Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/yusufun-horozunun-ve-turkiyenin-hikayesi/

Yusuf’un, horozunun ve Türkiye’nin hikâyesi

Önce şöyle bir sahne geliyor gözümün önüne. Cizre’den Diyarbakır’a giden şehirlerarası otobüste, bir yolcunun kucağında bakkaldan istenmiş sarı mukavva bir kutu var. İçinde bir horoz. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne gidiyorlar. Çünkü 13 yaşındaki Yusuf ameliyatın narkozundan sıyrılır sıyrılmaz horozunu sormuş. Cizre’den bir komşunun taşıdığı o horoz, hastanenin arka tarafındaki bahçeye bırakılacak, hemen bahçe katındaki odada yatan Yusuf, bir hafta boyunca camdan horozuna bakacak, Cizre’nin horozu bir hafta Diyarbakır’da ötecek.

Son üç-dört ay içinde ne kadar çok ölüm gördük ya da parça buçuk bedenleriyle ölmeye çok yaklaşanları. Yusuf’u hatırlar mısınız? Cizre’de 4 Eylül’de başlayan sokağa çıkma yasağının bittiği sekiz gün sonrasında, evinin yakınında patlamamış bombaya basarak bir ayağını, bir elini kaybetmiş, bir ayağı da ağır yaralanmıştı. Kollarının altından komşusu tutmuş, güzel yüzü dehşet içinde donmuş, hastaneye yetiştiriliyor Yusuf. O fotoğrafı hatırlarsınız.

Mermiler uçuşurken Cizre

Bir ay önceydi. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin bahçeye bakan odasında Yusuf, yeni alınmış tabletinden film izliyor. Diyarbakır Barosu Çocuk Hakları Merkezi’nden bir grup avukat da var. Soruyorum, “Hızlı ve Öfkeli”ymiş seyrettiği filmin adı, biz gelince durduruyor. Yusuf, zekâsı, ruhunun inceliği, uzun kirpiklerinden sızan bir çocuk. Yusuf çok öfkeli ama. Mardin’de bir şantiyede şoförlük yapan babası Ramazan Şık, para buluşturup ne isterse aldıklarını söylüyor. Yanında ağlamamak için yanaklarının içini yiyip tırnaklarını avucuna gömerek gezen annesi Sultan Şık, Yusuf’un sakinleştirici almadan zor uyuduğunu, sabah uyanıp ağlamaya başladığını anlatıyor. Ara ara “Keşke ölseydim” diyen, aslında çok neşeli 13 yaşında bir çocuk. “Oğlum deme, bak yaşaman mucize, yanımdasın, seni kokluyorum, yapma böyle…” diyormuş Sultan Şık. “Ben daha çocuğum anne, beş dakika durur muydum yerimde eskiden. Ben ne yapacağım” diye söyleniyormuş.

4 Eylül günü ağır silahlı özel bir birliğin Cizre’ye girmesiyle halk kaçışmaya başladı. Sultan Hanım “Tepemizden mermiler uçuşuyordu, daha önce sadece merhabam olan birinin evine sığınmak zorunda kaldık” diyor. Sonra sekiz gün o evde geçiyor. Bunlar savaş filmi değil; savaş. O iki aile birlikte roketten, mermiden gizlenerek, temizi bitince çamurlu su içerek, çocuklara kalsın diye büyükler yemeyerek tam sekiz gün geçirdi.

‘Öldürün beni…’

Sokağa çıkma yasağının kalktığı gün Yusuf dışarı çıkmak istiyor; en sevdiği arkadaşıyla buluşacak. Bayramda Antalya’ya tatile giden o yakın arkadaşına spor ayakkabılarını ödünç vermiş Yusuf, onları geri alacak. Bir roketin yıktığı duvarın üzerinden zıplayıp çok da kullanmadığı bir yoldan buluşacakları köşeye doğru yürüyor. Patlamamış bir bomba, değmesiyle havaya uçuruyor Yusuf’u.

Sultan Şık tam o sırada oğlu ölen bir komşusunun evinde. Gürültüyle dışarı fırlıyor: “Bir çocuk gördüm, başına toplanmış bir dolu insan. Yaklaştım, atletiyle kaprisinden tanıdım, Yusuf. Belki dedim başı yarılmış, bir şey olmuş. Bir baktığımla, ne el var ne bacak, bir ayak da parçalanmış. Orada düşüp hendeğe bayılmışım.” Yedi çocuğun en küçüğü, ailenin pek kıymetlisi Yusuf. “Sonra bir Akrebin karşısına attım kendimi, elimi açtım, bağırdım. Beni öldürün, niye yaşıyorum ki bu saatten sonra. Ses çıkarmadılar.”

Muhabbet kuşu Çekdar

O günden beri Sultan Şık Diyarbakır’a nakledilen Yusuf’un yanında, babası Ramazan Şık işten izin aldı, haftalarca hastane bahçesine attığı kilimde uyudu. Camın çerçevenin indiğini, hasarlı olduğunu biliyorlardı, haftalarca Cizre’deki evlerine gidemediler. Çocukların hepsi başka bir yerde; “Yaprak dökümüne döndük” diye yakınıyor Sultan Hanım. Kulağıma eğilip “Allah onu belki de horozun hatrına bize verdi” diyor sonra.

Sokağa çıkma yasağı sırasında mahsur kaldıkları evden ayrılır ayrılmaz, kendi evlerinin hava boşluğunda aç susuz kalan horozuna koşmuş Yusuf. Buğday yedirmiş. Bütün arkadaşlarının güvercinleri açlıktan ölürken, onun horozu yaşamış. “Yusuf yaşattı onu” diyor annesi, “Allah da onu yaşattı.”

O gün hastanenin girişinde ablası Aslı Şık’la karşılaşmıştık, elindeki kafeste sapsarı bir muhabbet kuşu vardı. Teyzesi Leyla Hanım “Yusuf gibi sapsarısını aldık” diyordu. Hastaneye girişi yasak olduğu için “Çekdar”ı sedyeyle bahçeye çıkarıldığında görecekti Yusuf. Kuşun adını o koymuştu.

‘Nasıl yazacağım?’

Yusuf’un sağ eli bileğinden koptuğu için, ayıldıktan sonra ilk sorularından biri de “Ben bundan sonra nasıl yazacağım” olmuştu. Şimdi yavaş yavaş sol eliyle yazmaya çalışıyor; okula dönmeye hevesli. Bir elinde küçük sarı bir tespih, onunla oynuyor ara ara da. Tespih seviyor bir de Yusuf.

Ailesi, hastaneden çıkıp Diyarbakır’da anneannesinin evine geçmesinin ona iyi geleceğini düşünüyordu, tam öyle olmadı. Gerçek hayata karışmanın, misal pencereden oynayan çocukları görmenin içini daha da kararttığını söylüyorlar. Ağrısı çok, ilaçlar kâr etmiyor, uyuyamıyor ve sürekli ağlıyor. Ne istiyor? Sadece eski halini.

Ayakkabılara ne oldu derseniz… Olay günü buluşmaya gittiği o çok sevdiği arkadaşı, moral verir diye gelip bir hafta Yusuf’un yanında, hastanede kalmış. “Al” demiş Yusuf giderken, “ayakkabılar senin olsun”.