Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/suriyelilerin-kaybolan-emekleri/

Suriyelilerin Kaybolan Emekleri…

Tek göz eve sığınan 7 nüfuslu Suriyeli aile ayda 1000 TL ile geçinmeye çalışıyor.

2011’den beri savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin resmi sayısı iki buçuk milyona yaklaştı. Gerçekçi tahminlerse bu rakamın üç milyonu aştığını söylüyor.

Suriyeliler aslen iki kategoride kayıt altına alınıyor. İlki “düzenli” diye tarif edilen, pasaportuyla gümrük kapısından geçiş yapanlar. Yasalardaki “yabancı” statüsünün sağladığı oturma, çalışma izni gibi haklardan faydalanan bu grubun sayısı sadece 80 bin! Yüzde 5’i bile oluşturmuyor yani. Geriye kalanlar ise “geçici koruma statüsü” verilen Suriyeliler.

Şimdiye dek Geçici Koruma Belgesi sahibi olan Suriyelilerin “kayıtlı” olarak çalışması mümkün değildi. Geçen hafta Resmi Gazete’de yayımlanan Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik ise yeni bir dönem açıyor. Üstelik dünyada pek muadili olmayan bir statü yaratarak…

Muadili yok, çünkü çalışma izni hakkı kapısı aralanan Suriyeliler ne “yabancı” sayılıyor, ne “göçmen işçi”, ne de mülteci. Bu konumların verdiği haklardan da faydalanamıyorlar. İkâmet ettikleri illerde çalışma mecburiyetleri var, ayrıca çalıştıkları işyerlerinde Suriyeli sayısının yüzde 10’u aşmaması gerekiyor. Sadece tarımda böyle bir sınırlama yok, bu da mevsimlik tarım işçiliğinin tamamen Suriyelileşmesi şeklinde okunabilir.

Kayıtlı, sigortalı çalışmak, asgari ücretin alt sınır olarak garantilenmesi Suriyeli işçiler için bir kazanım gibi görünüyor. Fakat bu ara statü, ilgili uluslararası hukuk mevzuatının neresinde var?

Uygulama dört buçuk yıldır birçok sektörde kayıt dışı çalıştırılan Suriyelilerin hayatına ne kadar değecek? Sermaye tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak görülen Suriyelileri sigortalamaya hangi patron yanaşacak?

Yeni sömürü mekanizmaları mı kuruluyor? Çocuk işçiliğe deva olabilecek mi? Türkiyeli işçilerin bu yeni düzenlemeye yaklaşımı ne olacak? Bu yeni evre nasıl toplumsal ve ekonomik sonuçlara yol açabilir? İşçiler, patronlar, akademisyenler, sendikacılar anlatacak. Üç gün sürecek yazı dizisiyle bu gibi soruların yanıtlarını arayacağız.

[Haber görseli]

Çağlayan’ın arka sokaklarında apartmanların bodrum katlarından sızan ışıklar da, kar düşen sokaklara vuruyor. İstanbul’un birçok yoksul semtinde olduğu gibi, bodrum katları, eski depolar dahi savaştan kaçan Suriyelilere ev diye kiralanabiliyor. Bir giriş katın kapısını 33 yaşındaki Muhammed açıyor. Az önce geldi işten.

Yeni harlanmış sobanın etrafında biri üç, biri beş yaşında iki erkek çocuğu koşturuyor; Taim ve Yazen. Muhammed’den üç yaş küçük eşi Zeynep konuşurken kara gözleri ışıldayarak karnını gösteriyor; “Ben hamile”. Gülüyor, “Ama lazım yok” diyor üçüncü çocuk için. Oradan buradan buldukları eşyalarla döşeyip kanlı canlı bir yuvaya dönüştürdükleri evlerinde, bir Suriye kanalı açık televizyonda.

Zeynep’in de, Muhammed’in de içlerinin güzelliği yüzlerine yakın durmuş sanki. Anlattıklarını dinlerken, yüzlerindeki bu iyilik, onları bu hayata mecbur bırakan her şeye öfke yükseltiyor içinizde. Ve her şeye rağmen “şükürsüz” cümle kurmayışları…

İki yıl önce Halep’te oturdukları ev bombalanmış. Emin değiller, ya Özgür Suriye Ordusu bombalamış ya da Özgür Suriye Ordusu’nun karargâhı olduğunu düşünen rejim. Üzerlerindeki kıyafetlerle çıktıkları yolda önce başka bir mahalledeki tanıdıklarına sığınmışlar, sonra sınırdan geçerek Türkiye ve derken İstanbul. Muhammed’in abisi ailesiyle onlardan önce gelmiş; Bursa’da mobilya işinde çalışıyor. Halep’te bir demir doğrama atölyesinde çalışan Muhammed de mobilya işiyle başlamış. Şimdi ise bir tekstil atölyesinde.

Kral gibi hayatımız vardı

Sohbetin bir noktasında Suriyelilere çalışma izninin yolunu açan yönetmelikten haberleri olup olmadığını öğrenmek istiyorum. Ya da iki yıllık Türkiye hayatları boyunca hiç sigortalı bir Suriyeli tanıyıp tanımadıklarını… Ya da bir gün kendilerinin de sigortalı çalışacaklarına dair bir umutlarının olup olmadığını…

Tercümede bize destek olan, kendisi de tekstil işçisi Hataylı Ali, “Sorayım da cevabını biliyorum, sen bilirsin” der gibi kinayeyle gülerek çeviriyor.

İki çocuk, Zeynep’in anne ve babası ve kızkardeşi, yedi kişi Muhammed’in 250 liralık haftalığıyla geçiniyor. Ev kirası 600 TL. Çalıştığı bölgede bırakın sigortalı Suriyeli, sigortalı Türkiyeli işçi bulmak zaten zor. Sektördeki krizden dolayı iş bulmak ayrıca meşakkatli. “Halep’te inşaat ustasıydım, kral gibi hayatımız vardı. 40 yaşını geçene burada iş vermiyorlar” diyen Zeynep’in babası da eklenmiş, Arapça bir tartışma dönüyor. Sigorta mı? Suriyelilere mi? Sanki öyle bir şey duyduk… Yani bize de mi? Nasıl başvuracağız?

Halep’te de işçiydiler. “Orada hayat bu kadar pahalı değil, bir maaşla aile geçinir. Neydik ne olduk” diyor Muhammed. Eski ev sahipleri kullanmadıkları elektriği ödetmek istemiş, ev kiralarının Suriyelilere özel daha yüksek olmasından yakınıyorlar, Muhammed’in parasını sebepsiz ödemeyen eski işyerleri var. Büyük oğlan Halep’teki bomba seslerinden ürküp bir dönem bütün saçlarını dökmüş; artık dönmek istemiyor.

“Bunlara medrese olacak mı” diye soruyor Zeynep. Muhammed’in Türkçesi yok gibi, Zeynep günlük hayat pratiğiyle hızlı gidip dert anlatır hale gelmiş, “Dil lazım” diyor, “Dil, medrese, bunlar en önemli.” Tüm bu dertlerinin ortasında, “vasıfsız” işçi olarak çalışmak zorunda kalacakları tüm işyerleri için, “çalışma izni” bilmedikleri bir dilde tamlama gibi onlar için. Muhammed’i, Zeynep’i kim sigortalı çalıştıracak?

Sıra büyük sermayede

Suriyeliler deyince galiba akla önce kamplar geliyor. Oysa bugün kamplarda kalanlar toplam rakamın sadece yüzde 10’u. İkinci yaklaşım, ‘dilencilik’ üzerinden tavır geliştiriyor, ki bu tavrı tahmin etmek zor değil. Üçüncüsü ise Avrupa’ya gitmek adına Ege’de canlarını bırakmaya razı olanlar; Zeynep’in “Çok mefta var” dedikleri.

Bu üç temel yaklaşımın temsil ettiği azınlıkları çıkardığınızda Türkiye’deki Suriyelilerin büyük çoğunluğu ise işgücü olarak tartışılmayı hak eden mühim bir başlık. Suriyeliler emeklerini nasıl satarak hayatta kalıyor? İşçi olmanın yanında, Suriyeli işçi olarak nasıl sömürülüyor? Bu tartışmayı, hele de emekten yana bir perspektifle bulmak çok güç.

Evrensel gazetesinde yazan ve şu an Hayat TV’de çalışan Ercüment Akdeniz bunu erken yapanlardan. Kasım 2014’te Evrensel Kültür Kitaplığı’ndan çıkan “Suriye Savaşı’nın Gölgesinde Mülteci İşçiler” adlı kitabı, bu yeni düzenlemeyi konuştuğumuz günlerde ayrıca anlamlı. Akdeniz, kolektif bir çalışmayla İstanbul Bağcılar’dan, Çağlayan’dan, Adana’dan, Hatay’dan, Gaziantep’ten, Kayseri’den, İzmir’den onlarca Suriyeli işçinin hikâyesini aktarıyor. Tamamı kayıt dışı, büyük sömürüyle çalıştırılıyor.

Parça parça olmuş ruhlar

Sadece Suriyeli olmaktan dolayı nasıl aşağılandıklarını, haklarının yendiğini, yevmiyeleri düşürmekle suçlandıklarını ve tüm bunlara savaş travmasının parça parça ettiği ruhlarıyla nasıl göğüs germeye çalıştıklarını anlatıyorlar. Kimi bugün Avrupa’ya varmış, kimi hâlâ yaşamaya direniyor.

Biri El Nusra’da savaşmış, biri YPG’li, biri rejimin askeri… Akdeniz, birbirine kurşun atmışların bugün aynı atölyelerde mecburen birlikte çalıştığını anlatıyor. Evleri uzak tutsalar da, sömürüldükleri yerler ironik biçimde aynı. Bu yeni uygulamanın kayıt dışı işçi çalıştırmanın normalleştiği sektörlerdeki Suriyeliler için hiçbir şey değiştirmeyeceğini düşünüyor Akdeniz. Suriyelileri “risk ve fırsat” olarak okuyan kapitalizmin dilinden, ucuz işgücü pastasından faydalanan kayıt dışına, büyük sermayenin artık “Sıra bende” dediğinden söz ediyor. Suriyelilerin çektikleri bitmiyor.

Yeter ki Avrupa’ya gelmesinler

Ercüment Akdeniz, yüzde 10 sınırıyla yumuşak bir geçiş planlansa da Türkiyeli işçilerin bu yeni düzenlemeye tepkisi anlamında sürecin daha sert işleyebileceğini düşünüyor. “En alttakilerin” çalıştığı kayıt dışı sektörlerde Suriyeli ve Türkiyeli işçilerin bir biçimde kaynaştığı görüşünde. Rakamın arttığı Antep, Kilis gibi bölgeler ise çoktan panik ve güvensizlik hissini yaşıyor.

“Eğilim yoklamaları Suriyeli işçilerin varlığına büyük oranda karşı olunduğunu gösteriyor. Bu şu anda orta ve büyük ölçekli fabrikalarda ‘Suriyeli dövelim’e varmamış ama ne olacağını kimse bilmiyor. ‘Din kardeşim ama pisler.’ ‘Çok vicdanlıyız ama Suriyeliler mahallemizi mahvetti.’ Zaten genel olarak sorunlu bir yaklaşım söz konusu. Örneğin Bursa’daki Renault fabrikasına Suriyeli sokacaklar mı? Renault’daki işi bir Suriyeli yüzünden alamadığını bilmenin sonuçları farklı olacak.”

İştahları kabarıyor

“Göçmen işçi çalıştırmanın şartları bellidir. Şu anda uluslararası toplulukların da kılı kıpırdamıyor. Yeter ki Avrupa’ya gelmesinler diye AB de göz yumuyor. ‘Transit ülke’den ‘filtre ülke’ye geçti Türkiye. Mülteci emeği yerküre üzerindeki bütün patronların iştahını kabartıyor. AB’yle yapılan da sadece bir para anlaşması değil; üç milyar bir para değil zaten. Yeni strateji aranıyor ve Türkiye önemli bir deney. II. Dünya Savaşı sonrası da kalkınmada göçmen emeği önemliydi ama o zaman bile daha insaflıydı.” Hazin bir karşılaştırma oluyor bu.

– 2 –

‘Çalışma izni değil insanlık istiyorum’

Savaştan kaçıp İstanbul’un tekstil atölyelerinde tutunmaya çalışan Suriyelilerin yaşamını iki kelime özetliyor: Zor hayat.

[Haber görseli]

Kendi ülkelerinde “vasıflı” elemanlarsa dahi Suriyelileri burada beceri ve birikimlerinin çok altında, aşikâr bir çifte stardartla çalışmaya mecbur eden bir sistem oturmuş. Şimdiye dek kayıt dışı olarak çalıştırıldıkları sektörlerin başında tekstil ve hizmet sektörü geliyor. Kadınlar daha çok temizlik işlerini tercih ediyor.

Tekstil, bir dönem Moğolistanlılar, Afganlar, İranlılar, Iraklılar derken, geçmişten beri mağdur göçmen emeğine yaslanan bir sektör. 2013’ten sonra Çağlayan dışında, İkitelli, Esenyurt, Merter civarındaki atölyelerde Suriyeliler ağırlıkta. Daha önce işi bilmeyenlere atölyelerde sıkça düşen vazife ortacılık. Bu da makineler arasında malları taşıma, getir-götür işleri demek. Gözümüzle görmedik ama altıyedi yaşında çocukların dahi çalıştırıldığı söyleniyor. Savunma olarak “Çocuğu çalıştırmayayım da tinerci mi olsun” diyen patron işitilmiş mesela.

Geçici koruma statüsündeki Suriyelilere çalışma izninin yolunu açan yeni yönetmeliğin yayınlandığı günlerde Çağlayan’ın, duvarları “Sendika, sigorta, 8 saat çalışma” yazılı sokaklarındayız. Hanlara, apartmanlara yayılmış irili ufaklı atölyelerin sayısının son dönemde 1000’den 100-200 civarına indiği söyleniyor. Bunun birinci sebebi ana pazarlardan sayılan Ortadoğu’da kimsenin şu anda kılık kıyafet düşünecek halde olmayışı. İkinci gerekçe de Rusya’yla kriz. Bunun dışında bölgedeki kentsel dönüşümün yansıması da söz konusu. İroniktir, Çağlayan Adalet Sarayı’nın yapılması dahi açılan kafeler, ofisler ve yükselen kiralarla çehreyi değiştirmeye başlamış.

‘Terlikleriyle geldi’

Küçüle küçüle beş kişi kalmış bir atölyenin sahibi Esat Yıldız, “Zarar ettiğimiz halde iş yok” diyor. 13 yaşından beri çalışan 67 yaşındaki bir işçi “40 sene önce sigortam, yolum, yemeğim vardı. Çocuk okutuyordum, yine de yetiyordu, şu an faturalara bile yetemiyoruz. 30 sene sonra ilk defa eşim bir bankanın mutfağında çalışmak zorunda kaldı. Bizim patron geçen hafta bize 200 lira verdi, kendi 100 aldı. Adam ne yapsın?” diyor.

Sektörün hazin halini konuşurken ceketleri taşıyan gencin ağzından tek kelime çıkmıyor. Çünkü 19 yaşındaki Yusuf’un bildiği Türkçe kelime sayısı yirmiyi geçmez. Sekiz ay önce geldiği Çağlayan’da el kol hareketleriyle tarif edilen işi yapmaya çabalıyor Yusuf. Geçenlerde iki kabanın cebini yanlışlıkla ters takmış ve bunun maliyeti bu küçük atölye için mühim. “Önce yolladım” diyor Esat Bey, “terlikleriyle geldi, kapıdan gitmedi. Benim halimi görüyorsun, ama içim de el vermedi, geri aldık” diyor ve ekliyor: “Madem insanları getirdiler, beslemeyi de düşünsünler. Sigortaymış, ara ki bulasın. Suriyeliler KOBİ’lerde çalışsın diye çıkarmışlardır kanunu…”

35 liraya bitirmeleri gereken kabanı, sırf işi almak için 20 liraya dikiyorlar. Bu siparişten sonrası meçhul. Ve bunların ortasında Yusuf duruyor, sessiz, ürkek. Hayatta kalacak, Halep’teki altı kardeşine para yollayacak. Öğrendiği ilk kelimelerle kurduğu cümle: Zor hayat. Çalışma izni, adını bildiği bir umut bile değil.

‘Benim insanım işsizken…’

Girdiğimiz bazı atölylerde ustabaşları konuşma heveslisi olmuyor, hele ki Suriyeliler mevzuu… “Arka tarafa geçmeseniz” gibi cümeleler duyabiliyorsunuz. Herkesin, devletin dahi bildiği ama konuşmamayı tercih ettiği hakikatler

Mardinli Kürt İsmail Çulpan’ın kadın giyimi üzerine atölyesinde eskiden 65 kişi çalışırken, şimdi ancak üç-dört makine işliyor. “İki ay öncesine kadar çalışanların yarısı Suriyeliydi ama iş yok. Eksi 200 bindeyiz, biz yine iyi sayılırız.”

Suriyelilerin sektörü başta çok rahatlattığını ama artık Suriyeli çalıştırmaktan istemediğini söylüyor açıkça. “Tamam zor durumdalar, insancıl yaklaşmak lazım ama benim insanım işsizken niye Suriyeliye iş vereyim diyorum.

Çulpan, Arapça bildiği için Çağlayan Karakolu’nda kimi hadiselerde tercüme için yardıma gidiyormuş. Suriyelilerin dertlerinin başında dil sorunuyla katmerlenen hak arayamama geliyor. Çulpan’ın kişisel şikâyetiyse, yaygın bir kanıyı temsil ediyor: “100’ü kayıtlıysa, 200’ü değil. Toplanıp makine yakmalar, bıçaklamalar, hırsızlık, maalesef Suriyelilerin bir de böyle yanı var. Adam savaştan gelmiş, kaybedecek bir şeyi yok, beyni donmuş, düşünmüyor. Ben artık uğraşmak istemiyorum. Devlet, sen de madem bunları aldın, bir çare bul.”

Krizdeki sektörün faturası en alttakilere, onların da dibindekilere kesilmiş. Kaldırımlarında kulağınıza Arapça cümleler çalınıyor, lokanta vitrinleri, loş hanların duvarlarındaki ilanlar onların anlayacağı dilde. Ama Suriyelileri kimse anlamıyor. Bu bir dil sorunu da değil.

‘Yaklaşınca kaçılacak insanlar değiliz’

Öğle yemeği molasında, çoğunlukla Suriyeli işçilerin gittiği bir pastanedeyiz. 24 yaşındaki Nizar üç yıl önce, Halep’ten Kilis’e askerlerin nöbet değişimi sırasında kaçak geçmiş. Orada zaten makineci olduğu için önce tekstilde çalışmış. Şu an alanında iş bulmak zor; haftalık 250 liraya bir mobilyacıda zımpara yapıyor. Evde birlikte kaldığı insan sayısını söylerken gülüyor: 11 kişi! Kendi atölyesini açmak gibi bir hayali var Nizar’ın. Umutları burada.

“19 yaşındayım, hayattan daha bir şey görmedim” diyor Eşref. Ailesiyle Halep’ten çıkıp Şam’la Tartus arasında rejimin kontrolü altında olan bir bölgeye taşınmışlar. Hâlâ orada olan ailesiyle iki yıl yaşadıktan sonra askerlik yaşı gelen Eşref, bir yıl iki ay önce Türkiye’ye kaçmış. “Buraya çok meraklı değilim, savaş durulsun hemen giderim” diyor. Eşref öfkeli çünkü genç yaşında çok yorulmuş. Cebinden çıkarıp gösterdiğine benzeyen Geçici Koruma Belgesi sahibi Suriyelilere resmi çalışma izni verilebileceği haberini ilk bizden duydu.

“Sigorta güzeldir ama ben önce insan gibi görülmek istiyorum. Gözümüzün önünde aynı iş için Türklere 500, bize 300 veriyorlar. Bir şey olursa ilk gönderilen yine biziz. 500 liralık ev bize 1000 lira. Devlet gerçekten Suriyeliler için bir şey yapmak istese önce okul açar, dil öğrenmemizi sağlar. Biz yaklaşınca kaçılacak insanlar değiliz.Çalışma izni değil ben insanlık istiyorum.”

Sultanahmet bombacısının önce Suriyeli olarak duyurulması anında hayatlarını etkilemiş; bakışların değiştiğini hissetmişler. “Savaştan kaçmışız. Buraya gelenlerin sadece yaşamak istediğini neden anlamıyorlar?” diye yakınıyor Eşref.

Neden anlamıyorlar?

Sendikalar nasıl bakıyor:‘Rekabet arttıkça işçiler arasında gerilim artacak

Suriyeli işçiler sendikaların ne kadar gündeminde? İrfan Kaygısız, DİSK’e bağlı Birleşik Metal- İş Sendikası’nda uzman. Bu sorunun muhatabı olmasının öncelikli nedeniyse kamu sektörü sendikalarının üye olduğu küresel federasyon PSI’nın talebiyle “Suriyeli Mültecilerin Kamu Hizmetlerine Erişimi” başlıklı bir rapor hazırlamış olması. İzmir ve Hatay’da yaptıkları araştırmanın sonuçları 6 Şubat’ta kamuoyuna duyurulacak

Geçen hafta DİSK Genel Başkanı Kani Beko Suriyelilere çalışma izniyle ilgili bir açıklama yapmıştı; eşitlik ilkesine aykırı düzenlemenin ciddi toplumsal sorunlar doğurabileceğine dikkat çekiyordu.

Somut adım sorarsanız, İrfan Kaygısız şimdiye dek Suriyelileri içeren tek sendikal faaliyetin Hatay’da bu süreçte mağdur olan sağlık personeli nedeniyle yapılan görüşmeler olduğunu söylüyor. “Sendikal harekete dair genel eleştirinin yansıması olan ‘Ben üyemin sorunlarıyla ilgilenirim’ anlayışı burada da geçerli. Suriyelilerin koşullarına toplumsal bir mesele ya da toplamda bir işçi sınıfı sorunu olarak çok bakılmıyor” diyor.

Çünkü ucuza rakip var

Geçici koruma statüsündeki Suriyelilere verilen çalışma izni, Kaygısız’a göre zorlama bir ara statü. İşçi hakları perspektifinden ne gibi sonuçları olabilir peki?

“İşsizliği artıracaktır. Son dönemde ‘Para beğenmiyorsunuz, Suriyelileri mi çalıştıralım?’ gibi bir tehdit oluştu. Böyle kayıtlı hale gelmesiyle mevcut çalışanlara basınç olacak, çalışma koşulları ağırlaşacak. Çünkü daha ucuza rakip var. Üstelik işten atılma korkusuyla işverene daha bağımlı çalışmaya da hazırlar. Düzenleme, Suriyeli nitelikli elemanları da daha ucuza çalıştırmanın yolunu açacak. Mühendisi alıp yine mühendislik yaptıracaklar ama asgari ücret verecekler.”

Kaygısız, sendikaların Suriyeli işçiler için eşit haklar talep etmesi gerektiğini söylüyor. Sendikalaşma hakkı da dahil. “İnsani duyarlılığın, demokratik taleplerin ötesinde, üyelerinin hakları için bunu savunmaları, ucuz işgücü rekabetini ortadan kaldırması lazım sendikaların. Hayat, ‘Nereden geldi bunlar’ diyen ırkçı bir sendikacıya da Suriyelilere sahip çıkmayı dayatıyor aslında. Fakat şu anda çok da gündemlerinde değil.

Taşeronlaşmanın ilk yıllarında kadrolu işçilerle taşoron işçiler arasındaki gerilimi hatırlatıyor Kaygısız. Psikolojik üstünlükle Türkiyeli işçilerin fabrikalarda Suriyelileri ezmeye çalışacaklarını düşünüyor. “Bunu daha önce Kürtler ya da Almanya’daki Türk işçiler yaşıyordu. Çatışma ve rekabet arttıkça işçiler arasında gerilim artacak, ‘iş barışı’ bozulacak.”

– 3 –

‘İki yıla insan olduğumu bile kanıtlayamam’

Suriye’de üniversitede okurken gelip burada işçilik yapan Rebal’in derdi büyük: Pasaportun süresi bittiğinde ben yokum.

Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyelilerin yüzde 50’si Türkiye’de. Bu inanılmaz rakam toplumsal, sınıfsal, eğitim düzeyi açılarından haliyle büyük bir çeşitliliği de barındırıyor. Çok kişi diyor ki “Zenginler zaten kendilerini kurtardı”. Geri kalanlara gelirsek… Suriye’de yoksul olan, yoksulluğu derinleşerek Türkiye’de açlık sınırında iki kat sömürülüyor. Hikâyelerini anlatmaya çalıştık.

Suriyeli orta sınıflar ise yoksullaşmış, hayatlarında hiç idmanını yapmadıkları bir maratonda bulmuşlar kendilerini. Bugün hastane temizlemek zorunda kalan Suriyeli doktorlar, mutfakta çalışan öğretmenler, mevsimlik işçilik yapan üniversite mezunları…
Savaşın hakikati sadece ölümü içermiyor, sağ kalanı da yabancıladığı, incindiği, tatmin olmadığı, duygusal açıdan eriten bir hayata mahkûm ediyor. Uzaktan kocaman laflar edenlerse bir gün aniden kendilerini zorunlu göçmen/mülteci bulabilecekleri ihtimalini idrak edemeyenler.
23 yaşındaki Rebal ile Taksim’de onun seçtiği bir kafede buluşuyoruz. Bir yıl üç ay önce sadece bir kişiyi tanıyarak geldiği İstanbul’u dokunduğu yerlerden iyi tanımış.

‘Şam orman gibi’

Bir kaçakçıyla anlaşarak ona 1600 dolara mal olan bir yolculuk yapmış İstanbul’a. Savaştan önce ne yaptığını sorduğumda, “Ben savaş ya da içsavaş demiyorum. Benim için hâlâ devrimdir yaşanan” diyor. Üniversitede ekonomi okuyan Rebal bu “devrim” bahsinde çok insanla tartışmış. “Halk bir şey talep edebilir, buna müdahale edenler, kendileri de dahil olmak isteyenler çıkabilir. Yol uzundur, zordur ama devrim böyle olur. İfade özgürlüğü, demokrasi ve başka bir düzen isteyen insanlar hâlâ sokakta. Suriye’de yaşananları IŞİD’le, radikal İslamla başlatanlar anlamıyor. Batı özellikle bu yönünü göstermiyor. Güney Suriye’de Özgür Suriye Ordusu içinde hâlâ böyleleri var” diyor.
Arapça öğretmeni babası, hemşire annesi ve bir ablası hâlâ Şam’da. “Godot’u bekliyorlar herhalde” diyor, “Şam’da yaşamak artık ormanda yaşamak gibi. Şehir değil, yasa yok, hiçbir şey yok”.
Kendisini “solcu” olarak tarif ediyor Rebal; rejimi desteklediği gerekçesiyle bağı olan Komünist Parti’den ayrılmış. Üniversiteye gireceği dönemde politik faaliyetlerinden dolayı üç ay cezaevinde olduğundan ekonomi okumak, aslında ailesinin tercihi. Gönlüyse sinemada.
Beş arkadaşıyla yaşayan Rebal İstanbul’a geldiğinden beri altı-yedi iş yapmış: İnşaatlarda çalışmış, hamallık, boyacılık, temizlik, hepsini denemiş. Bir yandan Arapça öğretmenliği, tek tük de video tasarım işleri…
Düşünüldüğünde hayatında ilk kez fiziksel güce dayalı işler yapıyor fakat bunu abartmaktan taraf değil. “Yorucu ama derdin hayatta kalmaksa onu yapamam diyemezsin. Ayrıca yaşadıklarım dünyadaki bütün işçilerin sorunları. En azından tecrübedir.”

‘Dert ucuz işgücü’

Şam’da yaşarken Avrupa’ya gitmek gibi bir hayali varsa da artık bunu istemiyor. Çok arkadaşı gitmiş. Ayrıca Türkiye’de yaşamayı bir-iki yıl deneyip buradaki sömürüden, aşağılamadan usanarak Avrupa yollarını zorlayanlar olmuş çevresinde.
Onu en çok öfkelendirense hak arayamamak. Geldiği politik gelenek de, mizacı da bu ihtiyacı yükseltirken, o bir arkadaşını İstiklâl Caddesi’nde tartaklayanı yargılatamamaktan şikâyetçi örneğin. Şahsı biliyorlar,karakolda ifade verilmiş, fakat kimse umursamıyor. Ya da Bağdat Caddesi’nde
bir evi boyadıktan sonra anlaştıkları para verilmediğinde başvuracağı merci yok.
Giyim tarzı vs üzerinden ona “A hiç Suriyeliye benzemiyorsun” diyerek iltifat ettiğini sananlarla ayrıca eğleniyor. İslamcı dediği bölgelerde “Neden kalıp ülken için savaşmadın” sorgusunu yaşıyormuş bir de.
“Bir A4 kâğıdın tamamını bile harcamamışlar, dörtte birini yırtıyorlar” diyor Suriyelilere verilen Geçici Koruma Belgesi için. Bu belgeyle çalışma izni alabilmesini sağlayan yönetmelik için de “Hayal” diye çıkışıyor, “Gerçek olamaz çünkü iş yeri sahibini zorlayacak yasa yok. Seni neden alsın? Kapitalizm diye bir şey var. Aldı diyelim, vasıfsız ya da kalifiye, ucuz işgücü arıyorlar, bu kadar basit.”
Rebal diyor ki: “Bunlar garip geliyor bana. İki yıl sonra pasaportumun süresi bittiğinde, Suriye kimliğimi de yenileyemeyeceğimden insan olduğumu bile kanıtlayamam, sen ne diyorsun? Herkes Avrupa’ya bu yüzden gidiyor. Hayat orada da zor; politik olarak, ekonomik olarak seni sömürüyorlar ama varlığın net.”
Ona verilen numara ve barkodla sağlık hizmetlerinden faydalanabiliyor ama bazı hastaneler acil durum dışında Suriyeli kabul etmiyormuş. Örneğin gözlerini kontrol ettiremiyor. İkametgâh almaya çalışmış, muhtarı “Olmaz” demiş, evin kontratını üzerine alamıyor. Ama alabilenler de biliyor. Banka hesabı açabilmesi için vergi numarası gerekli. O becerememiş, ama başka bir vergi dairesinde alan Suriyeli de var. Her şey muğlak, var mı yok mu, o an muhatap olduğu kişiye göre değişiyor.

“Kendini görünmez gibi hissediyor musun” diye soruyorum, “Gibisi mi var, buradaki Suriyeliler basbayağı görünmez. Sadece seçim zamanı görünüyorduk”diyor gülerek. Rebal’in burada üniversite hayatına devam edebilmesi için TOEFL sınavına girmesi lazım, soruşturmuş, biri “Tamam girebilirsin” demiş ama Türkiye tecrübesi bunu yapamayabileceğini de söylüyor. Daha sınava girecek, onu bursla alacak bir üniversite bulacak. Tabii arada yine görünmez olmazsa.

– 4 –

Milliyetçiliğin ırkçılığa dönüşme riski yüksek

Göç konusu üzerine çalışan Doç. Dr. Murat Erdoğan işveren cephesini yorumluyor.

[Haber görseli]

Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden Doç. Dr. Murat Erdoğan’la görüştüğümüzde Unicef ve Kızılay’ın çocuklar için yürüttüğü proje için Suriyelilerin kaldığı kamplardaydı. Telefondaki sohbete dışarıdan çocuk sesleri eşlik etti hep. Bugün itibarıyla Türkiye’deki Suriyelilerin sadece yüzde 10’u kamplarda; yoğunluk değişse de artık Suriyeli yaşamayan kent yok.

Erdoğan, yıllardır göç mevzuu üzerine çalışan bir akademisyen. Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi’nin (HÜGO) de müdürü. Suriyelilerin Türkiye’deki emeği, geçici koruma statüsündeki Suriyelilere çalışma izni konularında kendisiyle görüşmemizin önemli bir nedeniyse Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) için “Türk İş Dünyasının Türkiye’deki Suriyeliler Konusundaki Görüş, Beklenti ve Önerileri” başlıklı raporu hazırlayanlardan olması. Bu konuda işveren cephesinden ilk kez bir yaklaşım sergilenmesi ve akademinin uyarılarını içermesiyle rapor mühim.

Raporda genç Suriyeli nüfusun büyüklüğünün, nitelikli işgücünün tespit edilerek istihdam alanları yaratılması gerekliliğinin, sıkı denetim ihtiyacının altı çiziliyor. İş dünyasının Suriyeliler konusunda ‘güvenlik’ çerçeveli ikircikli bir bakışı var. Yarattığı rekabet nedeniyle kayıtdışı ekonomiden yakınılıyor ve her aşamasında devletten aktif bir rol bekleniyor.

Murat Erdoğan, iş dünyasının konuya gerçekçi yaklaştığını düşünüyor. Gerçekçilik, kapitalist bakış açısını da getiriyor elbette; risk ve fırsat aynı cümlelerde geçebiliyor.

“Şu an Suriyeli işçilerin cazip gelmesinin nedeni 500-600 liraya çalışmaları. Bence asgari ücretle çalıştırma yükümlülüğüyle iş dünyası açısından cazibeleri kalmayacak. Bu yeni düzenleme üst düzeydeki, nitelikli Suriyelileri etkileyecektir.

Bu da önemlidir. Türkiye’de yeterince mühendis, doktor var, isterlerse Avrupa’ya gitsinler, sorun değil. Mesele şu, burada kalan, kırsaldan gelen, eğitim seviyesi düşük, köylü bir kitle. Bu kitlenin entegrasyonunda, Suriyelilerin entelektüel kesimine ihtiyacımız var. Onlar bizim için köprü” diyor Erdoğan.

Öncelikli vurgusu ise bu dev krizi yönetmenin güçlüğünü teslim ettiği hükümetin “Suriyeliler gidecek mi, kalacak mı?” konusunda kafasını netleştirmesi. Tüm politikaları etkileyen bu kararsızlık sorunların da kaynağı ona göre. Entegrasyon öncelikli hamlelere öncelik verilmesinin ardında da bu kafa karışıklığı yatıyor.

Vatandaşlık konusu

Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” isimli kitabı ise İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan geçen yıl çıktı. Kitapta yer verdiği anketler Suriyelilerin Türkiye’ye uyum sağlamayacağını düşünenlerin oranının yüzde 67 gibi çok yüksek bir rakam olduğunu ortaya koyuyor. “Göç kendi başına iyi ya da kötü değildir, iyi yönetileni vardır. Bu süreç iyi yönetilemezse Türkiye’de milliyetçiliğin ırkçılığa dönüşme riski çok yüksek. Uzun yıllar yurtdışındaki Türkler üzerine çalıştım.

Çifte vatandaşlık oralarda gündeme gelen bir konuydu. Öyle ya da böyle bu insanlar için vatandaşlık konuşacağız, başka türlü birlikte yaşayamayız. Göçmenler, hele böyle büyük kitleler halindeyse, ötelendiklerinde, hakları ihlal edildiğinde, zaten travmatik deneyimler yaşamış gruplar olarak bulundukları topluma karşı tavırları da değişecektir” diyor.

Hükümetin durumun ciddiyetini kavrayamadığından, sivil toplumdan gelen her öneriyi tehdit olarak algılanmasından yakınıyor. Bu rapor da hükümet çevrelerince ‘algı operasyonu’ olarak tarif edilmişti zaten.

‘Uluslararası camianın umrunda değil’

Türkiye’deki Suriyelilere yönelik benzeri olmayan bu yeni işçilik statüsüne uluslararası çevrelerin suskunluğunu da eleştiriyor Murat Erdoğan: “Örneği yok, bu bir modelse, kendimiz yaratıyoruz. Bunun uluslararası mevzuatta nereye oturduğu açıkçası uluslararası camianın da umrunda değil. Türkiye’ye şunu niye eksik yapıyorsun diyemiyorlar.

Uluslararası Af Örgütü’nün sınırdışı etmelerle ilgili raporu açıklandı. Geri dönmeme ilkesine rağmen dışarı, ülkesine gönderilen insanlardan söz ediliyor; neredeyse hiç ilgi görmedi. Batı bunun ahlaksız bir teklif olduğunun farkında, hatta Türkiye’de bir biçimde çalışma hakları tanındı diye mutlular.

Benim liberal bir çizgim vardır, AB ilişkilerine önem veririm, bu konuda da çalıştım. Ama bakın son dönemde AB’nin Türkiye’ye yönelik öncelikleri değişti. Türkiye’de demokrasi, insan hakları değil, ‘Aman bize insan göndermeyin’ derdindeler. Güneydoğu’da yaşananlar, bu imza kampanyaları vs, bütün bunlarda eskiden kıyamet kopardı. Şu anki tepkinin cılızlığını görüyorsunuz.