Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/mevsimlik-findik-iscilerinin-duyulmayan-sesi/

Mevsimlik fındık işçilerinin duyulmayan sesi

– 1 –

‘Fakirlik sinir hastası yapar mı? Beni yaptı’

Ordu ve Girusun’da fındık hasadı, mevsimlik gezici işçilerin ellerine bakıyor. Evlerini en son baharda gören Kürt işçilerin kaldığı Fatsa’daki kampta hayat tahayyüllerin ötesinde zor.

[Haber görseli]

Yan yollardaki apartman bahçeleri, balkonlar zaten dolu ama şehrin gayet işlek bir caddesinde, mesela otobüs durağının hemen dibinde de brandaya serilmiş fındıklar çıkabiliyor karşınıza. Ordu ve Giresun’da fındık hasadı denize yakın bölgelerde bitti bile; ağustos sonuna kadar peyderpey yükseklere gelecek sıra. Fındığın böyle yayılıp kurutulması lazım ki, dev bir elektrik süpürgesi mantığıyla çalışan patoza verildiğinde çotanağından kolay kurtulsun, yapraklarından sıyrılıp safi yemiş kalsın.

Vitamini, minerali gani bir meyve fındık; enerji deposu olmakla meşhur. Karadeniz’in dik yamaçları boyunca güneşe doğru uzanan fındık bahçelerinde, ağustos harareti ve omuzlara on kiloluk bir palto gibi çöken rutubet içinde çalışmaksa enerji namına ne varsa emip götürüyor insandan. Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın fındık deposu olan Ordu ve Giresun’un ilçelerinde nüfus bu zamanlarda iki katına çıkıyor. Yıllar içinde daha büyük kentlere göçmüş aile fertlerini de buluşturan, köyle, bahçeyle, gelenekle bağı hatırlatan bir tür bayram gibi hasat. Lakin mesainin büyüğü onlarda değil. Tarım işçiliğiyle geçinenlerin “yerli” emeği azımsanmayacak kadarsa da bu dev çarkı asıl döndüren mevsimlik işçiler. Resmi kayıtlara göre sayıları 350 bin, hakikatte bir milyon. Hatta Suriyelilerin göçü bu rakamı daha da esnetmiş.

Evden çıktığında nisandı

Ordu, Fatsa’da Saraytepe’ye doğru iki kilometre içeri girince mevsimlik işçiler için mülkî idare tarafından belirlenen toplanma alanlarından biri var. En büyüklerinden. Gezici işçiler çalıştıkları bahçe sahibinin gösterdiği bir yere çadır kurmadıysa bu toplu alanlarda kalıyor. Etrafı tellerle çevrili, gelenlerin tek tek kaydedildiği bir kamp burası. Çoğu Adıyamanlı, az sayıda Urfalı, Antepli Kürt, Kürt-Roman aile… 1950 kişinin barındığı alanın sorumlusu Abdullah Öztürk’ün geleni, gideni, derdi şikâyeti olanı bitmiyor. Kaymakamlıkta uzunca sosyal hizmetlerde çalışan Öztürk ise en çok tuvaletlerden yakınıyor. Çöp arabası günde kaç kez geliyor, hastalık riskine karşı ilaçlama yapılıyor ama hijyen sıfır.

Alanda kayıtlı 250 çadır var. Çadır denileni daha ziyade yanları da kapanabilen bir tente gibi düşünün. Nüfus ortalama sekiz-on kişi. Arkada dip dipe dizilip yatağa dönüşecek dallı güllü şilteler, köşede mutfak malzemeleri. Bir tencere, üç-beş tabak yani. Gündüzleri ailenin çalışan nüfusu işteyken, her birkaç çadır için bir nöbetçi kalıyor. Ekseriyetle hamileler, çocuk emzirenler, yaşlı kadınlar ya da hasta erkekler…

Bir yaşına basmamış Mücahit kucağında, diğer dört çocuğu ortalıkta koşturuyor, Serpil tentenin altında gözü dalmış uzaklara bakıyor. Ailesiyle Adıyaman’daki evlerinden çıktıklarında Nisan bitmemişti. Önce Erzincan’a gittiler, pancar çapalamaya. Bir ay sonra Malatya’ya geçtiler, kayısı zamanıydı. Temmuz sonu Fatsa’ya fındığa geldiler. Evlerine dönmezden evvel bir durakları daha olacak, Tokat’ta pancarlar sökülecek. Sonbahar yağmurları da bastıracağından, herkesin en belalı iş diye andığı bu. Sanki nereye basacağınızı bilemediğiniz dik yamaçlarda, birbirine geçmiş dalları çekiştirerek tek tek fındık toplamak kolaymış gibi.

[Haber görseli]

“Eskiden haysiyet var idi”

Şu anda fındığın yevmiyesi 45-50 TL; bundan dayıbaşının payı kesilecek, masraflar düşecek. Bir diğeri pancara Konya’ya gitmiş olabilir; pamuk, zeytin, duraklar değişebilir ama Serpil’in ailesi gibi tüm mevsimlik gezici işçilerin eline ancak kışı zor geçirebilecekleri kadar para kalacak. Çünkü zaten borçları var, zaten yakında borçları olacak. Sonraki nisanda bu ağır koşullarda yine çalışmaya ve yaşamaya mecburlar; bu yoksulluk girdabına bir kez kendilerini kaptırmışlar, çıkamıyorlar. Her sabah 5’te kuru yufka yanına birer bardak çay içip böyle neredeyse aç, çalışmaya gidiyorlar. Adıyaman Kahtalı 65 yaşındaki İbrahim Gezer, elli senedir böyle gezer halde. Üniversiteyi kazanan bir torunu da parasızlıktan bir yıl sonra okulu bırakıp işçiliğe dönmek zorunda kalmış. “Eskiden haysiyet, insanlık var idi. O iş şimdi hepten bitti” diyor.

Kamp alanı dolduğundan yeni giriş yok ama bu sene fındık rekoltesinin yüksek olacağı bilgisiyle, gelen mevsimlik işçi sayısı da artmış. Şehirler arası yollar boyunca kimi boşluklara, kampların az dışına çadırlar kurulmasına jandarma ses etmemiş görünüyor. Kamplarda sayıları yeterli gelmese de kullanma suyu çeşmeleri, tuvaletler ve duşlar mevcut. 27 yaşındaki üç çocuk annesi Gülçin de diğer kadınlar gibi tuvaletlerden şikâyetçi. 1950 kişiye o üç-beş tuvalet yetmiyor, çocukların delikleri taşla doldurmasına, açığa pislemelerine mani olunamıyor. Kesif bir tuvalet kokusu bulutu dolanıyor havada. Kadınlar duş alanlarında rahat edemediklerinden çadırın kenarlarını kapatıp yattıkları, yemek yaptıkları yerde su dökünüyorlar daha çok.

Akşam 6’dan sonra bahçelerden yorgun işçileri taşıyor minibüsler. Erkekler ayılmak için diplerindeki Elekçi ırmağına bırakıyor kendilerini, kadınlar bütün gün çalışmanın üzerine çadır süpürmeye, yemek yapmaya girişiyor. Ateşin üzerinde etrafı isli aliminyüm tencerelere bulabildikleri sebzeler atılıyor.

2 yaşındaki Hayriye Gezer’in oğlu da döndü bahçeden. “Yemeğe kal” diyor. Adıyaman’daki toprak evleri bir gece üzerlerine çöküverince, ne yapsalar bilemeyip Ankara’ya göçmüşler. Ailece çekçek arabalarla şehri gezip kâğıt topluyorlar kışın.

Kâğıt toplayıcısı olan çok aile var kampta. En çok Ümitköy’den çıkıyormuş, Meclis tarafı yasakmış, “Yoksa oradan da çok çıkar” diye hayıflanıyor. Eşinin bir karısı daha olan, üç engelli çocuk annesi Hayriye Hanım bir de hasta. “Ev çöktükten sonra aniden düşünceli oldum” diyor, “Fakirlik sinir hastası yapar mı? Beni yaptı…”

Trafik kazalarında hatırlanan işçiler

Mevsimlik işçilerin varlığını iki vesileyle hatırlıyor Türkiye. Ya Kürt işçilere yönelik linç vakalarıyla ya da seferi haldeyken trafik kazalarının kurbanları olarak… Sair zaman yok gibiler.

“Kendimi bildim bileli tarlalardayım” diyen Ayten Hanım’ın bir-iki sene evvel Tokat’ta işten dönerken bindiği traktör devrilmiş. Kazada bir işçiyle birlikte 13 yaşındaki kızı da ölmüş. Kendisi de ağır yaralandığından ve artık yürüyemediğinden Fatsa’daki ağır kamp koşullarına bir de yatalak katlanıyor, çadırlarda nöbetçilik yapıyor.

Açık kamyon kasalarında, traktör römorklarında işçi taşımaya son dönemde sık ceza kesildiğinden, mevsimlik işçiler minibüslere, midibüslere doluşuyor artık daha çok. Bir kişinin daha sığışması onlar için kâr çünkü, hayatlarını maliyete eklemiyorlar. Ordu’nun çok sayıdaki yerel gazetesi haliyle bu ara içinden fındık geçen haberlerle dolu. Biz oradayken devrilen bir minibüsün haberi vardı; ölü sayısı “az” olunca ulusal medya yer vermeye gerek bile görmemişti.

Cenazelerini gömüp tarlaya çalışmaya dönüyor muhtemelen mevsimlik işçiler. En azından bir yevmiye daha eksikler artık çünkü.

– 2 –

“Anadilim Kürtçe, ne yapayım?”

Mevsimlik gezici işçilerin üçte ikisi Kürt. Karadeniz ve Kürtler zaten ateşle barut muamelesi görürken çatışmasızlığın bitişi fındık hasadına denk geldi. Kürtler tedirgin…

[Haber görseli]

Çalıştıkları fındık bahçesi bitip ertesi gün yenisine geçeceklerinden o gün bir saat erken döndü kampa Nevzat, şükrediyordu. Ordu, Fatsa’daki Saraytepe toplanma alanındaki işçilerin çoğu gibi o da Adıyamanlı. Tamamı Kürt, Kürt-Roman bu kampta kalanların. “Her şey kaleme bakar” diyor, “Ben şimdi adımı doğru yazamam ama çobanlığı iyi yaparım, tarlada çalışırım. Neden bana bu kalmış? Kürtler hep geride bırakılmış bu ülkede. Kürt fakirle, Türk fakir arasında da fark var.”

50 yaşındaki Sait Gözek “Anadilim Kürtçedir, yalan yok, ne yapayım? Ama biz de bu ülkenin vatandaşıyız, biz de askere gidiyoruz. Devlet bize neden bakmıyor” diye soruyor. Hayata Destek Derneği’nin 2014 tarihli Mevsimlik Gezici Tarım İşçiliği araştırma raporuna göre, mevsimlik işçilerin üçte ikisinin anadili Kürtçe. Bu ağır çalışma ve yaşam koşullarına mahkûm edilenlerin etnik yapısı, yoksulluğu ve yoksulluğun kimlikleşmesini anlamayı gerektiriyor öncelikle. Neden Nevzat’a bu iş kalmış hakikaten, neden başka ihtimal yok hayatında?

Ateşle barut

Milliyetçi tabiatıyla da bilinen bir coğrafya olarak Karadeniz ve Kürtler yan yana geldiğinde ateşle barut muamelesi görüyor. Milliyetçi kesim, ülkenin her tarafında Kürtlere karşı “hassasiyetlerini”, onları nerede bulacaklarını bildiği yerlerde, şantiyelerde, tarlalarda gösteriyor. Karadeniz’de de yakın ve uzak geçmiş bu yakıştırmanın sağlamasını yapacak, “gerginlik” diye anılan saldırı, linç hikâyeleriyle dolu. Şehre alınmayışları, kamptan çıkmalarına asla izin verilmeyişi vaki. Bir-iki hafta önce Sakarya’da yine fındıkta çalışan Kürt bir işçinin tamirciye bıraktığı telefondaki fotoğraflar böyle bir “gerginliğe” vesile olmuştu. Espiye’den benzer bir haber geldi.

Çatışmasızlık sürecinin sona erişi, fındık hasadına denk düştüğünden, bu mevzu açıldığında Kürt işçiler daha dikkatli konuşuyor. Kimse Kürtçe ismini söylemiyor örneğin. Kimliksiz asla kamp dışına çıkmıyorlar. Bazı boncuk bileklikler ya da Adıyaman tütünü tabakalarındaki kakmalar cezaevi işi. Soruyorum, geçiştiriyorlar. Akrabaları mı, dostları mı? Bir tabakada Kürtçe “Yeter anne” yazıyor; “Bese le daye”. “Hepimiz Havva’dan, Âdem’den gelmedik mi? İnsan çeşit çeşit. Kimi Kürt görünce 10 metre öteye koşar, kimi gelir sofrasına oturur” diyor Sait Gözek.

60’larındaki Kürt Lütfiye Hanım’ın iki elinde geleneksel dövmeler var, soldaki ayyıldız… “Kürtler kızıyor bana ama istedim yaptım” diyor gülerek. Kırışmış teninde o yeşilimsi ay-yıldız, vücudunun en görünen yerine bu dövmeyi yapma ihtiyacı, anlaşılmaya muhtaç, öylece duruyor.

Giresun’da Kürt işçilere yönelik saldırıları sorduğum Karadenizli genç bir erkek şöyle demişti: “Şehitler var ya abla, ondandır.” Bu kadar normaldi. Tarlada 11 saat fındık toplayanların Kürt olması bu bağı kurmaya yeterliydi. Her bir üstgeçide, hatta aile sağlığı merkezlerine “şehit” isimleri verilen bu kentlerde, diri tutulmak istenen bir bağ bu zaten. Tek tük Kürt gelinleri sayıp Cumhurbaşkanlığı seçiminde geri kalan Demirtaş oylarını kim verdi diye sorulan köyler mevzubahis.

Giresun’da bir fındık bahçesi sahibi, 1980’lerde oralara ilk gelen Kürt dayıbaşını hatırlıyor, Mardinli Fahrettin. “Kürtler için atıp tutarlar ama hasat zamanı Kürt işçiler için yarışırlar. Zaten kapitalizm de budur” dedi. İflas edip “Beni PKK soydu” diye borçlarını ödemeyenlerden, oradaki esnaf iş yapmasın diye “Yaylada terörist var” söylentisi çıkaran merkez esnafından söz ediyorlar. Kimi linç ve saldırı hikâyeleri için “istihbaratın oyunu”, “özellikle yaratılmış provokasyon” tanımlamalarını kullananlar var. Gerilim için zemin tetikte, daha iki gün önce Altınordu’da bir ‘gerginlik’ yaşandı. Emek gücü ihtiyacı ayrımcılığı unutturabilen, hatta iyi niyetli yorumla törpüleyebilen karşılıklı bir muhtaçlık ilişkisi kurmuş. Fakat açık ki bu “düşmanlığa” ihtiyacı olanlar da mevcut.

Göç, topraksızlık, yoksulluk gibi var eden nedenlerle, pratikteki gerilimler ve bunların kullanılış biçimleriyle mevsimlik gezici işçiliği şöyle bir silkelediğinizde, Kürt meselesi denilenin özü de düşüyor zaten ağaçtan.

[Haber görseli]

İsimler değişiyor sadece

Gürcistan’dan gelenler, çoğunlukla Kürt işçi çalıştırmamak için tercih ediliyorlar.

Son yıllarda fındık hasadında sayıları gittikçe artan Gürcistanlı işçileri tercih sebeplerinden biri gayet aleni zikrediliyor: Kürt işçi çalıştırmamak. Görüştüğümüz bahçe sahipleri arasında Gürcülerin daha temiz, düzenli olduğunu söyleyen var. Kürt işçilerse Gürcülerin usul bilmedikleri, düzgün çalışmadıkları görüşünde. “Sırf Kürtlere para vermemek için razı geliyorlar” diye yakınıyorlar.

İşin tuhaf yanı, çalışma izinleri olmayan, vizesiz geçişle 20-30 gün bu tarafa gelen Gürcüleri çalıştırmak yasal değil. Fakat bu üzerine konuşulmayan bir konu olduğu gibi, örneğin yerel basında bir kaymakamın “Gürcistan uyruklu işçiler” diye normal bir şekilde söz ettiğini görebiliyorsunuz.

Gürcü işçilerin sırtında da başka yoksulluk hikâyeleri var. İsimler Natiya’ya, İlia’ya, Daro’ya, Rezo’ya dönüyor sadece. Gürcistan’da kamuda maaşların düşük olması, ekonomik kriz, burada bir ayda kazanacakları parayı elzem kılıyor onlar için. Giresun’da görüştüğümüz işçilerin çoğu fındık dışında işler de yapıyorlardı. Kadınlarda bakıcılık en yaygını, manikürcü olan, masaj yapan var. Erkeklerin kimi polismiş eskiden, kimi oto yıkayıcı. Tarım işçiliği dışında inşaatlar da bir iş sahası. Yasal kalış süresi dolan çıkıp sonra tekrar geliyor. Fındıkta çoğunlukla bahçe sahibinin gösterdiği yerde kalıyorlar. Kimi ortak evlerden de söz ediliyor.

Suriyeli sayısı az

Savaştan kaçan Suriyelilerin mağduriyetleri sanayide, tarımda, birçok sektörde ucuz emek olarak kullanılmalarına neden oldu. Kürt işçiler yoksulluklarından yakınırken devletin Suriyelilere yardımlarından şikâyet edebiliyorlar, kimi Karadenizliler için de Suriyeliler dilenciler sadece. İsimleri anılıyorsa da fındıkta çalışan Suriyeli sayısının çok az olduğu söyleniyor. Etnik ayrım yevmiyelere de yansıyabiliyor.

– 3 –

‘Benim fındığım var onların yok, o kadar’

İşçiyle bahçe sahibi arasındaki bağ çoğunlukla dayıbaşı. Senelerce aynı kişiye çalışarak aracıyı ortadan kaldıranlar da var. Bahçelerdeyiz, fındık işinin inceliklerini dinliyoruz.

Giresun’un Bulancak ilçesi Karadeniz’in bir dolu kentiyle yarışabilir büyüklükte. Pazarsuyu Vadisi’nde tepelerden yukarı kıvrıldıkça fındık dalları yoldan geçen arabaların aynalarına değecek kadar sarkıyor. İki yandaki bahçelerde yüzlerini göremediğimiz meçhul eller toplamak için çekiştirdikçe, durduğu yerde dalgalanıyor ağaçlar.

Molada yakalıyoruz bir grup işçiyi. Adımlarla zaman içinde dar patikalar açıldıysa da alışık olmayan için yamaçlara tırmanmak zor; kaldı ki daha dengede durulup birbirine geçmiş dallardan o fındık toplanacak.

Genelde bahçesi 10 dönümün altında olanlar aile, sülale içi emek paylaşımıyla kendi fındık çuvallarını doldurabiliyor. Üzerindeki arazilerse yerli ya da mevsimlik gezici işçiye muhtaç. 1980’lerde daha yakın kentlerden işçilerle, dağ köylüleri bahçelerde çalışırken 1990’lar sonrası mevsimlik emek göçüne dayanan bu sistem hayata geçmeye başlamış. Bunun köylerden kentlere zorunlu Kürt göçleriyle de paralelliği var.

Sabah 7 gibi başlayan mesaide öğle tatili dışında iki mola veriliyor. Genç kadınlar bir ağacın altına çökmüşler, sohbet ediyorlar. Çalışırken de muhabbet sürüyormuş böyle. Daldan nasıl toplanır, yerden nasıl… Hangisi kara fındık, hangisi daha kıymetli olan yağlı fındık, anlatıyorlar. Yapraklarının uzunluğundan ayırıyorlarmış.

Bu bahçede çalışanların tamamı çok genç. Urfa Siverek’e bağlı, eski adıyla Tiverek yeni adıyla Yapraklı köyünden gelen bir ailenin mensubu hepsi. Mustafa Çataldaş, kendi çocuklarını, yeğenlerini toplayıp işe getirmiş. Hemen hepsi okuyor gençlerin. Okul masrafları, dersane parası demek onlar için her bir fındık. Bir uzman edasıyla bana işin inceliklerini sıralayan Ayşe edebiyat öğretmeni olmak istiyor örneğin; “kısmetse” roman, şiir yazmak istiyor ileride. Ömer ilahiyatta okuyor zaten. Polis, hemşire, psikolojik danışman; bahçenin farklı yerlerinde dinlenen her bir genç gönlünden geçeni söylüyor.

Çataldaş ve ailesi, öğrenci olanların okul hayatı etkilenmesin diye sadece fındığa geliyor. Geçen sene fındık az olunca Aksaray’a ayçiçeğine gitmişler. Ama bu birkaç aylık işçiliğin dışında geçim kaynakları ne derseniz, “Başka da bir geçimimiz yok” diyor. İki inekleri var sadece, eşi de onları boş bırakmamak için köyde kalmış. Köy civarında nar varmış bir tek, onun da kimseye yetesi yok.

Pavyonda yenen yevmiyeler

Hayata Destek Derneği’nin, Mevsimlik Gezici Tarım İşçiliği raporu için görüştüğü ailelerin dörtte üçü “dayıbaşı” aracılığıyla çalıştığından söz ediyor. Türkiye’nin en son Soma’daki maden faciasının ardından ismini duyduğu bu sistemde dayıbaşı, yevmiyeden alınan yüzde karşılığında işverenle işçinin bağını kuruyor. Dayıbaşı dışında elçi, çavuş diye de anılan bu aracıları anlayabilmek için var eden koşullara bakmak lazım. Genel olarak üretimi düşüren tarım politikaları, serbest piyasanın sert koşulları ve aynı esnada üreticiye yönelik desteklerin azalması, ağır hayat ve iş koşullarında günde 11 saat çalışan işçilere yansıyan kayıt dışı, güvensiz, kırılgan bir düzen yaratmış. Geleneği eski sayılabilecek bu aracılık sistemiyse boşluğu dolduran, mekanizmayı işler kılan bir konuma dönüşmüş.

Bölgede örgütlenmeye çalışan Çiftçi-Sen’e bağlı Fındık-Sen, tarım politikalarında yönlendirici, aktörleri bilinçlendirici olmayı hedefliyor. Hatıralarda o eski fındık mitingleri, ilçeleri gezip üreticilerle görüşüyorlar. Eski sınıf öğretmeni Atalay Kesikoğlu, bölgeyi bilen biri, aynı zamanda bahçe sahibi olarak teferruatlı aydınlatıyor bizi. Bahçelerin gittikçe küçülmesi, gübre, ilaç hediyeleriyle yaklaşan sözleşmeli tarım/şirket baskısı, bahçe sahipliğinin sosyal ve sınıfsal olarak çeşitlenmesi… Bunların hepsi örgütlü hareketi güçleştiriyor ona göre. Kesikoğlu, bir ay çalıştırıp işçilerin parasını vermeyen bahçe sahiplerine karşı dayıbaşlarının varlığının önemini de anlatıyor, işçilerin yevmiyelerini pavyonda yiyen dayıbaşı hikâyeleri de…

“Onlar yapıyor mu?”

Fındık-Sen, özellikle Kürt işçilere yönelik ayrımcılığın ortadan kalkması için de gayretkâr. İkna için kullandıkları bir argüman var; “Karadenizli arıcılar oralara gittiğinde saldıran eden var mı?” diyorlarmış. Oralar dediğimiz Erzurum, Kars, Kürtlerin yoğun olduğu kentler…

Yedi yıldır aynı bahçe sahibi için çalışan Mustafa Çataldaş gibi, Murat Akpirinç ve ailesi de 13 yıldır aynı işverenle çalışarak aracıyı aradan çıkarmış. Diyarbakır Bağlar’dan gelen 19 kişilik aile, bahçe sahibi Sururi Apaydın’ın evinin yanında işçiler için yaptığı ayrı bir yerde kalıyor. “Ben insan ayırmam. Farkımız ne, benim fındığım var onların yok, o kadar” diyor Apaydın. Mesai sonrasısına denk gelmişiz, batan güneşin serinliğinde genç kadınlar yufka açıyor, erkekler köşedeki asırlık armut ağacını sallayıp ikram ediyorlar. Bu aslında aile fertlerinin işçilerle birlikte yediği içtiği, kaldığı, “eskiden” diye anlatılan bir “işverenlik” biçimini hatırlatıyor.

“Biliyorum ki yasak”

Dil sorunu yüzünden Gürcistan’dan gelen işçilerin mutlaka bir aracıya ihtiyacı var. Beş yıldır bu işi yaptığı için gayet güzel Türkçe konuşan Gürcistanlı bir aracı, fındık zamanından bir ay önce gelip bahçe sahiplerini gezerek plan yaptığını anlatıyor. İş bulamadığı kişiyi Türkiye’ye çağırmıyor. Hasat zamanı da 100 civarı işçi getiriyor. Genelde sadece Gürcü işçilerin çalışacağı bahçeleri tercih ediyor. Karışık işçi sorun yaratabildiğinden bahçe sahipleri de böyle istiyormuş. “Karışan olmuyor ama biliyorum ki yasak, ben de çok yapmak istemiyorum bu işi” diyor. Batum’da iş kurma hayalleri var. Fazla konuşası da gelmiyor zaten.

Yevmiyeden dayıbaşının kestiği yüzde 5-10, işçi sayısıyla orantılı, gayet büyük paralar yapıyor. Neticede işveren de kötü niyetli olabilir, dayıbaşı da. Bazen ikisi de. Her durumda kaybeden en zayıf halka, işçiler oluyor.

– 4 –

‘10 seneye benim gibi işçi olacak bu da’

Çocuk işçi çalıştırmak yasak, bunun için bir kampanya da sürüyor. Fakat kesilen ceza var mı bilen yok. Çalışmayan çocukların ne yapacağı ise karışık.

Ne zaman “büyüklerle” bir kilime çöküp konuşmaya başlasak etrafımızı çocuklar sarıyor. Mevsimlik gezici tarım işçilerinin kamplarına dışarıdan gelen herkes, çocuklar için başka bir gezegenden gibi. Garipsediklerinden, yabancıladıklarından değil, bilakis yılın misal altı ayını Türkiye haritasını arşınlayarak, ailelerinin geçimi için çok yer gezerek ama kendi gezegenlerine mahkûm yaşadıklarından, abartılı bir coşkuyla yaklaşıyorlar ziyaretçilere. İyice küçükler “Hocam, hocam” diye dönüyor etrafınızda, bir fotoğraf karesine daha girebilmek için “Beni de çek”lerin arkası gelmiyor. Az büyümüş kızlar yanaşıp başka ihtimalin bulunmayacağından emin “Evli misin, nişanlı mısın” diye soruyor kikirdeşerek. Genç erkekler ağızlarından en zor laf sökülenleri…

O çöktüğümüz kilimde fındık bahçesinden yeni dönen Kürt bir işçi etrafımızdaki çocukları gösteriyor. Daha yeni adım atanı var; kimi çıplak, üstü giyinik olan günlerin pasağıyla, kokusuyla geziyor. “Bak abla şunlara. Ben de böyleydim” diyor, “Onlar da benim gibi büyüyecek. Al, 10 seneye benim gibi işçi olacak bu da. Başka şansı yok.”

İlk örnek Osmanlı’da

2004’ten beri kalkınma, yoksulluk ve uzantısı olan mevzular kapsamında çalışan Kalkınma Atölyesi, Türkiye’de mevsimlik gezici işçilerle ilgili mühim çalışmalar yapan bir sivil toplum kuruluşu. Sadece Batı Karadeniz’e odaklansa da Fındık Hasadının Oyuncuları başlıklı araştırmaları, fındık meselesine etraflıca bir yaklaşım sunuyor. Gezici tarım işçiliği tam şu zaman başladı demek zor, ama bu araştırmada 1830’lara uzanan referansla Kavalalı İbrahim Paşa’nın Çukurova’da çalıştırılmak üzere Sudan’dan getirdiği işçiler anılıyor. “Amele”, “ırgat”, “gündelikçi” yakın tanımlar gibi görünse de, geziciliğiyle ve geçiciliğiyle ayrılan mevsimlik gezici işçiliği asıl var eden zeminse 1980, hatta aslen 1990 sonrası ekonomik, politik ve toplumsal bir kesişim.

İlginç bir nokta da iktisadi olarak “marjinal” diye tanımlanan bu faaliyetin işçi aileleri açısından kalıcı hale gelmesi, sabit bir işe dönmesi. Mevsimlik işçilerin çoğunun köyden geldiğini düşünebilirsiniz. Hayır, Hayata Destek Derneği’nin raporuna göre yüzde 80’i kent, ilçe merkezlerinde yaşıyor. Lakin ekseriyetle bunun evvelinde de köylerinden, asıl derin yoksulluğu yaşayacakları kente göç hikâyesi var. Yani şehirlerde bir türlü sonu gelmeyen borç döngüsü ve yoksulluk sürdükçe, evet sohbet ettiğimiz o işçinin gösterdiği çocuklar da babaları, anneleri gibi mevsimlik işçi olacak gibi.

Kesilen ceza yok gibi

Ordu’da, Giresun’da ana caddelerde çocuk işçi çalıştırılmamasına yönelik dev billboardlar görüyorsunuz. Mevsimlik işçilikte çocuk emeği kolayca taraf belirleyeceğiniz ama karmaşık bir mevzu. Sadece yetişkinlerin yevmiyesiyle geçimini sağlayamayan yoksul aileler, bahçelerde, tarlalarda –zamanında kendileri yaptıkları gibiçocuklarını çalıştırmayı tuhaf karşılamıyor. Hatta hane nüfusu başka türlü doymadığından mecburlar. Çocuk denilen canlıya, kentli, orta sınıf algısından farklı yaklaşmak için gerekçeleri mevcut.

Diğer yandan çocuk çalıştırmak yasak. Hatta Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) tazyikiyle Türkiye, mevsimlik tarımdaki çocuk işçiliğini en kötü üç çocuk işçiliği biçiminden biri olarak belirleyerek, 2015’e kadar ortadan kaldırmayı taahhüt etmişti. Şehirleri donatan billboardlar biraz da bu yüzden. Oralarda duyurulduğu gibi bu maksatla kesilen bir tane ceza var mı diye sorarsanız, işin içinde olanlar duymadıklarını söylüyorlar. Görünür bir hassasiyet söz konusu olsa da, sorunca bahçelerde “18 yaşındayım” diyen belli ki daha küçük çocuklara rastlayabiliyorsunuz. Hatta çocuk kime denir o bile net değil. 14 altı mı, 18 altı mı?

Mevzu karışık, çünkü fındık toplamasa da küçük kardeşlerine bakmak, çadırın temizliğini üstlenmek, yemek yapmak da misal dokuz yaşındaki bir kız çocuğu için büyük yük. Mevzu karışık, ailelerin ekonomik çaresizliğine deva olmadan, doğum kontrolü konuşmadan, çalıştırılmayan o çocuklar için geliştirici eğitim imkânları, sosyal aktiviteler kurgulamadan sadece “çocuklar çalışmasın” demek ayağı yere basmayan bir dilek.

Velhasıl tamam çalışmasınlar, çocukların yediği çikolataya çocuk emeği bulaşmasın ama bu aileler, bu çocuklarıyla ne yapsın? Dört mevsimin ekonomi politiğini hesaba katmadan mevsimlik gezici işçileri anlamak çok zor işte…

Çocuk oyuncağı değil

Aileleriyle bahçelerde kalan çocuklar oranın koşullarına uyum sağlıyor haliyle. Ama mülki idarenin yer gösterdiği toplanma alanlarında çocuklara mahsus faaliyetler olabiliyor. Türkçe öğretmeni Fatih İstekli, ILO, Milli Eğitim ve Çalışma Bakanlığı’nın ortak çalışması olarak eğitim çadırında ders veren dokuz öğretmenden biri. Okula gidenler nisan, mayıs gibi yola döküldüğünden geri kaldıkları dersleri tamamlamayı amaçlıyorlar. Ordu’da, Sakarya’da, diğer kamplarda da böyle okul-çadırlar mevcut. Bir önemli faaliyet de sonbaharda örneğin Adıyaman’a, Urfa’ya gidip velilerle görüşmeler yapmak. Devamsızlık önemli sorun. Birçok öğretmen, özellikle de kız çocuklarının bir kez sınıfta kaldı mı okulla bağının kopabileceğini bildiğinden idare etme yöntemleri icat etmiş. Fakat Ordu’daki kampta tanıştığımız Abdullah Avcı, kızının 18 gün için sınıfta kaldığından yakınıyordu. Sonra üniversite deyince gözleri parlayan kızıyla da tanıştık. O inat edenlerdendi.

Hayata Destek Derneği’nin de sayıları Türkiye çapında bir milyonu bulan çocuk işçilere yönelik faaliyetleri var. Raporlamanın yanı sıra, başlattıkları imza kampanyası bu konuda Meclis’te bir araştırma komisyonunun kurulmasına da önayak olmuştu. Bu komisyon raporu da konuyla ilgili önemli bir kaynak zaten.

Derneğin 2013’ten beri süren, “Bu iş çocuk oyuncağı değil” projesine Fatsa’daki kampta denk geldik. Çocukları bir yere toplayıp oturtmak bile büyük gayret gerektiriyormuş, gördük. İki nokta dikkat çekiciydi. Oyuna, eğlenceye, hususi ilgiye uzak olmalarından kaynaklanan o aşırı coşkuları… İkincisi de normalleştirdikleri şiddet. Üç yaşında var yok çocuklar, saç saça birbirine girmiş. Görseniz bayağı birbirlerini öldürmek istiyorlar. Ya da çoğu taş atarak, diğerine sopayla girişerek “iletişim” kuruyor.

Fotoğraf: Vedat Arık