Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/kendin-pisir-kendin-ye-kendin-kaz-kendin-bul/

Kendin pişir, kendin ye; kendin kaz, kendin bul

Ayhan Efeoğlu’nun kemiklerini arayan 80 kişi. Üstelik bu bazılarının ilk ‘kazısı’ değil. Ne ülke ama…

Gençler var, 70’lerinde yaşlılar var; kadınlar var, erkekler var. Yarım ekmek arası kaşarlı salamlı sandviçler hazırlanmış torba torba; damacana sular, birkaç şişe gazoz. Cumartesi sabahı o 70-80 kişilik grubu dışarıdan gören biri pekâlâ pikniğe gittiklerini düşünebilir, gökyüzünün rengine bakıp uyarabilirdi: Aman büyük yağmur geliyor.

Fakat kalabalığın içinde bir elde sandviç dolu poşet, öbüründe kazma tutan da vardı; bazı genç kadınlar kürekleri omuzlarına atmıştı. Önce Okmeydanı’nın yazısız, afişsiz duvarı kesişmeyen bir yol ağzında basın açıklaması yapıldı. TAYAD (Tutuklu ve Hükümlü Aileleri ile Dayanışma Derneği) altında bir araya gelenler ‘Ayhan Efeoğlu’nun mezarı nerede?’ diye bağırıyordu. İki otobüs dar sokaklardan kurtulup da yola çıkıldığında, ‘büyük yağmur’ da geldi.

‘Olay yeri’ bantları

Otobüslerin durduğu yer TEM yapılmazdan evvel vızır vızır işleyen İstanbul yolu üzerinde, Silivri, Beyciler Köyü dahilinde, tam da il sınırı tabelasının bulunduğu köşeydi. 2008’de bir televizyon programında ‘terörle mücadele’ ederken 1000 kişiyi öldürmüş olabileceğini itiraf eden eski Özel Harekât Polisi Ayhan Çarkın, sonra Hüsamettin Yaman ve Mehmet Soner Gül’le birlikte 1992’de gözaltında kaybedilen Ayhan Efeoğlu’nun da ismini vermişti. Yok etmesi gereken paketin içinde insan olduğunu sonradan anladığını, üçünün de atıldığı/gömüldüğü yeri gösterebileceğini söylemişti.

Ancak ne oldu? MİT’ten Tarık Ümit’in öldürülüp de gömüldüğü bu ormanlık alana savcıyla geldiğinde, “Efeoğlu da şuralarda bir yerde” diye göstermiş, yasak savarcasına hızla iki nokta, 20 santim (!) derinliğinde kazılmıştı. Tabii ki bir şey çıkmadı. Önümüzdeki yağmur suyu dolmuş bu iki küçücük çukurun etrafında o dönemden kalma ‘olay yeri’ bantları duruyordu hâlâ. Gariptir, o sarı-siyah bantlar işe yaradı o gün, dev naylonlar ağaçlar arasında onlarla bağlandı da yağmurdan soluklanmak isteyenler altına sığındı. Sanki ıslanmamak mümkün. Saatlerin yağmurunu çekmiş paltoların etekleri, ağırlaşmış kapüşonlar ara ara sıkılıp kazmaya devam edildi. Tam bir yıldır her cuma Taksim’de toplanıp Efeoğlu’nun akıbetini soran TAYAD’lılar, ‘siz yapmazsanız, biz yapacağız’ demiş; şimdi yağmuru mu takacaklar?

Bu ikinci mezar kazısı

Bir katakulliyle yasal zamanaşımı süresinden bile önce kapandı Efeoğlu dosyası. 1992’de Ayhan Efeoğlu’ndan iki yıl sonra kardeşi Ali de kaybedilince, o tarihlerden beri anne yatağından kalkamadı, baba deseniz çocuğu gibi ona bakıyor. Aileden kimse yok. Ama mesela hayatında ikinci kez mezar kazısına katılan Hüsnü Yıldız var. Ne ülke…

Hüsnü Yıldız’ın kardeşi Ali 1997’de bir çatışmada öldürülmüş, 2011’in başında Fırat Haber Ajansı’nın yayımladığı listeye göre Çemişgezek’te bir toplu mezara gömüldüğü iddia edilmişti. İlgili savcılıklara suç duyuruları yapıldı, Adalet Bakanı’yla görüşüldü, AİHM’ye başvuruldu, Hüsnü Yıldız tam 66 gün açlık grevi yaptı. Demişlerdi ki “20 Ağustos’a kadar devlet bu toplu mezarı açmazsa biz açacağız”. Sürenin dolmasına üç gün kala sesleri duyuldu ve iki gün süren kazı başladı. 15 insanın kemiklerine ulaşıldı, ailelerine teslim edilen beşinin mezarı var şu an. Açlık grevi sırasında Bakan Fatma Şahin bile çadırına gelmiş ama şimdi o dönem çadıra gelenlere, basın açıklamalarına katılanlara açılmış davalar, hatta mahkûmiyetler var.

Yıldız dışında, yine Çemişgezek’te dayısı Neşirvan Yasinoğlu’nun kemiklerine ulaşan Uludereli avukat Songül Yaman da ekipte. Yaman, o bölgenin en azından yedi-sekiz defa farklı zamanlarda toplu mezar olarak kullanıldığını, kazı alanı genişletilse çok daha fazla insanın kemiklerine ulaşılabileceğini söylüyor.

Bu arada 90’ların ortasında yörede ‘iyi adam’ diye anılan bir mülki amirin hikâyesini öğreniyorum. Neden? Öldürülen PKK’lıları yahut PKK’lı diye yok edilenleri tabutla gömdürüyormuş toplu mezarlara.

Suyun ağırlaştırdığı toprak nöbetleşe saatlerce, bazen elle kazıldı. Yoldan görünmeyen bir bölgeden önce kahverengi bir erkek hırkası, sonra dört kemik… Cebi sökülmüş, delikler açılmış, ilmeklerinden ağaç kökleri geçmiş bu hırka Efeoğlu’na ait olabilir mi? Onu tanıyanlar bu hırkayı hatırlar gibiler ama hafızalarından da emin değiller. Peki ya bu kemikler, bir insana mı ait, ondan bile emin değiliz şu an.

Mahzun yatan bir Ali

Giderken Hüsnü Yıldız, şans eseri iskeleti tam bulunan kardeşinin boynunun eğik yattığını, bazı geceler bu mahzun halinin gözünden gitmediğini söylemişti. Aklıma kazındı. Bütün günü çukurlarda ağaç kökü mü, kemik mi diye bakarak geçirdikten sonra dönüş yolunda, avukat Taylan Tanay’ın gösterdiği belki 200 fotoğraflık Çemişgezek kazısının fotoğraflarına baktım uzun uzun. Bir insan toprak altında nasıl yatar, 20 yıl sonra bir insandan ne kalır, toprağın kendine benzettiği bu kemik parçalarını bulan aileler tam olarak ne hisseder, istesek anlayabilir miyiz?

Hikâyenin hülasası: Eskiden jandarmaya ait Destek Komutanlığı’nın ‘bahçesinde’ insanlar kemik arıyor, çevre köylüler bölgenin ‘o işler’ için kullanıldığına dair kaç hikâye anlatmış, 2012’nin 1 Aralık günü önce üç jandarma gelip diyor ki: “Dağılmazsanız daha kalabalık gelir dağıtırız.” Daha kalabalık gelmek için gittikten sonra o hırka, dört kemik ve bir terlik çıkıyor. Jandarma yerine şaşırtıcı biçimde savcı geliyor sonra. Kurulan projektörlerle akşam karanlığında olay yeri ekibinin kazısı başlıyor. O bulunanlar Efeoğlu’na ait olabilir de olmayabilir de. Ama şurası kesin ki o bölgede usulüne uygun, belki Kocaeli Üniversitesi’nde bulunduğu bilinen toprak altı kemik tarama cihazı kullanılarak yapılacak bir aramada çok şey çıkacak gün yüzüne. Şimdilik Efeoğlu soruşturmasının yeniden, bu kez İstanbul’da başlaması gibi bir kazanım var sadece.

Kazı alanının tam karşısındaki küçük yol restoranının sahibi önüne iki otobüs yaklaşınca muhtemelen çok heyecanlanmıştı başta. Şimdi odun sobasının etrafında hizmet veriyor olsa da arka taraf sanki baharda ‘kendin pişir, kendin ye’… Kendi yok ettiğinin kemiğini bulma işini dahi vatandaşına bırakan devlet de aynısını istiyor sanki.

Güvenelim, güvenmeyelim Çarkın’ın gösterdiği yerin düzgün aranmayışı da devletin bu arzusunun devamı. Kaybetmekle bulmamak arasındaki benzerlikler, farklarından daha çok.