Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/24-nisanda-kalkan-o-trene-son-durak-ayasa-bugunden-bakmak/

24 Nisan’da kalkan o trene, son durak Ayaş’a bugünden bakmak…


Bir filmde görsek ‘Yönetmen abartmış’ diyeceğimiz şey olmuştu o gün Ayaş’ta. Tarihlerden 22 Nisan’dı. Biz yürürken belediyenin ilaçlama kamyoneti durdu ve güleç yüzlü şoför “Tam vaktinde geldiniz, şimdi bayrağı asacağım” dedi müjde verir gibi. İleride, uzunluğu bana bir kilometre gibi gelen bayrak direğini o an fark ettim. Devasa Türk bayrağını böyle rüzgarlı havalarda asmak tehlikeliymiş aslında, bir kez ellerinden kurtulup karşı yamaca uçmuş. Ama işte 23 Nisan; asmak şartmış.

Bayrak direğe çekilirken rüzgâr yüzünden “Yaklaşmayın, çok tehlikeli” diye bağırıyor adam. O kadar büyük bir bayrak ki, hakikaten tehlikeli. Önünde beklediğim Atatürk anıtının en tepesinde ‘….., dünyada barış’ yazıyor. O beş metre yüksekliğe tırmanıp kimse ‘yurtta barış’ kısmını böyle temiz bir şekilde silemez. Ama olmuş. Kendiliğinden.

24 Nisan’da Haydarpaşa’dan kalkan bir trenin hikâyesi bu. 1915’te, Çankırı’yla birlikte içindekileri taşıdığı Ayaş’a bugünden bakacağız; yaşananlarla yüzleşilmediği için o günden beri hep üzerimize üzerimize gelen o trene…

Aydın kırımı

Herkes evlerinde olsun, muhtemel istirahat hallerinin de zaafından faydalanılabilsin diye gece yarısından sonra başlama kararı verilmişti. Başkent İstanbul’un on iki ayrı bölgesine yollanan ekipler, işlerini fazla yaygara kopartmadan bitirmeleri konusunda tembihliydi. Güneş doğana kadar çaldıkları hiçbir Ermeni evinin kapısında güçlükle karşılaşmamalarının bir nedeni de, karşılarındakini hakikaten birkaç soru için, küçük bir mesele yüzünden, yahut mesleğine göre bir hastaya bakmak maksadıyla karakola davet ettiklerine inandırabilmeleriydi. Kimi “Tabii” diyerek pijamalarıyla, ayakkabısız kapıyı çekivermiş, ekserisi hemen döneceğini düşündüğünden Pangaltı’daki evinden alınan müzikolog Gomidas Vartabed gibi ailesiyle vedalaşmaya bile lüzum görmemişti.

Oysa cümle izni kaldırarak bu büyük operasyona titizlenen İstanbul Emniyeti, bugün Türk ve İslam Eserleri Müzesi olan, Sultanahmet Camii’nin karşısındaki Merkez Hapishanesi’ni günler öncesinden boşaltarak listedeki Ermeniler için hazırlamıştı. Götürüldükleri karakollardan, bu iş için hususi satın alınmış kırmızı otobüslere bindirilerek hapishaneye vardıklarında, tanışlar birbirini buluyor muhtemel akibetlerinden konuşuyorlardı. Yazar, gazeteci, eğitimci, vekil, şair, tiyatrocu, matbaacı, din adamı, marangoz, hekim, kasap, tüccar… Çoğu Ermeni nüfusun en yüksek olduğu şehir sayılmasa da, Ermeni toplumu açısından fikri üretim merkezi denebilecek İstanbul’un, bazısı Osmanlı topraklarında şöhret sahibi kanaat önderlerindendi. Gomidas Vartabed’in dışında yazar, eğitimci Sımpad Pürad, şair Siamanto, karikatürist Krikor Torosyan, yazar ve editör Keğam Parseğyan, oyuncu Yenovk Şahen, vekil Hampartsum Boyacıyan (Murad), gazeteci siyasetçi E. Agnuni, doktor, şair ve yazar Rupen Sevag…

Aralarında Taşnaksütyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ile Hınçak üye ve yöneticilerinden tutuklananlar da vardı ama misal Kasap Garabed’in, 40 para karşlığında belediye için başıboş köpek yakalayan, şehirde köpeklerin azalmasından yakınan Harutyun Asaduryan’ın neden orada olduğuna kimse akıl erdiremiyordu. Bu neyin operasyonuydu?

Tarihçi Taner Akçam, Ermeni Soykırımı’nın ayırt edici niteliklerinden birinin, 24 Nisan 1915 gecesi yapılan bu tutuklamaları takip eden bir ‘aydın kırımıyla’ başlaması olduğunu söyler. Haydarpaşa’dan kalkan üç vagonluk özel trenle, cepheye uzak ve kontrole müsait görünen Ankara’ya bağlı Ayaş’a ve Çankırı’ya getirilecek olan bu 235 (bazı kaynaklarda 220/250) Ermeni tutukluyu bekleyen, kitlesel faili meçhul cinayetlerdir. Azı kurtulur. 24 Nisan 1915, her şeyin başladığı gündür.

“Emniyet güçlerince tanınan önemli ve zararlı Ermeniler”

Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın bu tutuklamalara ilişkin talimatında hülasayı veren birkaç bölüm var. 200’e yakını o gece tutuklanan, bir kısmı sonra Ayaş ve Çankırı’ya yollanacak olanlar talimata göre “emniyet güçlerince tanınan önemli ve zararlı Ermeniler”di. Emniyet güçleri tanıyordu çünkü ağustostan beri “…Her fırsattan yararlanmak suretiyle vatanın hayatına ve geleceğine tesir edecek hain hareketlere cüretleri…” olduğu hükmüne varılmış Ermenilerin listesi hazırlanmaya çalışılıyordu. Galatasaray’daki Taşnaksutyun Partisi’yle, altındaki Azadamard gazetesi matbaasını günlerce karşıdan gözleyip her gireni fişlemeye varan bir gayretle üstelik. O gece ilk basılan yerler de buralar olacaktı. Kapıcısına, hamalına kadar tutuklandı.

Talat Paşa’ya göre tutuklanmaları lüzumluydu çünkü isnat edilen suçlar “devletin kendisi için duygusal bir mesele” teşkil ediyordu. Devletleri duygularla birlikte düşünebilmenin güçlüğü bir yanda, nasıl bir duygusallıktan söz ediyordu?

Yirmi-otuz sene içinde toprağının yarısından fazlasını kaybetmiş bir imparatorluk, 1908 sonrasının farklı Hıristiyan halkları bir arada tutma maksatlı “İttihad-ı anasır” politikasının muhtelif nedenden tutmayışı, derken 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali, büyük travma 1912-13 Balkan Harbi ve kapalı kapılar ardında ortasına atlanan bir dünya savaşı… İttihat ve Terakki’nin bu hezimetin ortasında ve I. Dünya Savaşı’nın getireceklerinin korkusuyla seçtiği yol, milliyetçiliği katmerlemek, kalan toprakları ‘zararlı’ vatandaşlardan temizlemek olmuştu. 1914’ün başında 100 binden fazla Rum’un Ege kıyılarından sürülmesine dünyadan büyük bir itirazın yükselmeyişi ne yazık ki ayrıca teşvik ediciydi. Demek bu yapılabilirdi.

İttihat Terakki’nin Taşnaksutyun’dan Osmanlı ordusunun Rusya topraklarında ilerleyişine destek için Rusya’ya karşı ayaklanmalarını istemesi, bunun reddi ve üzerine Kafkas Ermenileri’nin Rus ordusuyla birlikte yer alması dönüm noktası oldu. I. Dünya Savaşı’na resmen girildiği günlerde Fatih Camii’nden tüm Müslümanlara yapılan cihat çağrısı Müslüman olmayanlara düşmanlığı artırmaya yaramıştı en çok. Tokatlıyan Oteli hemen ardından tahrip edildi.

Anadolu’yu Türkleştirme projesinin bu büyük adımı olan 24 Nisan tutuklamalarına gelene kadar peyderpey görevli Ermeni askerler silahsızlandırıldı, ‘şüpheli’ varsayılanlar Ermeni bulunmayan kentlere sürüldü. O kadar ki Ermeni müteahhitlerin sözleşmeleri feshediliyor, artık güvenilemeyecekleri gerekçesiyle posta teşkilatındaki Ermeni memurlar işten çıkarılıyordu. Ama “proje” çok daha büyüktü.

Ayaş’a ve Çankırı’ya varış

Çankırı’dan Diyarbakır’a askeri mahkemeye götürülmek üzere ikinci kafilede bulunan Üsküdarlı gazeteci Aram Andonyan bacağını kırdığı ve yürüyemeyecek halde olduğu için sağ kalmıştı. 1946’da besteci, müzikolog, din adamı Gomidas Vartabed’in 75. yaşgünü nedeniyle Arevmoudk gazetesinde başladığı tefrika bitemese de, Sultanahmet’ten, Haydarpaşa’ya oradan Ayaş’a ve Çankırı’ya uzanan yolculuklarının en teferruatlı kayıtlarından birini bıraktı bugüne. Daha sonra ‘Sürgün, Travma ve Ölüm’ adıyla kitaplaşan makalelerin birinde Andonyan, dört yıllık sürgün hayatında duyduğu korkuya ve kedere, şahit olduğu katliamlara rağmen en çok Merkez Hapishanesi’nden alınıp Şirketi Hayriye gemisine bindirilmek üzere Sarayburnu’na yürütüldükleri an korktuğunu söylüyor. Sadece ay ışığının aydınlattığı, havada emirlerin, kafada korkulu soru işaretlerinin uçuştuğu bir gece.

Tanıklıklara göre bu meçhule yolculuk, bozulmuş asabın etkisiyle kimi zaman gülüşülse de gergin anlarla geçti. Tren Ankara yakınlarında Sincanköy’de durduğunda iki liste çıktı ortaya. Ayaş’a gidecek 71 kişi at arabalarına bindirildi. İsmi Çankırı yoklamasında okunanlarsa Ankara’dan sonra yine at arabalarında 160 kilometrelik sancılı bir yolculuk yapacaktı. Kimse Ayaş’a mı gitmek daha iyi, Çankırı’ya mı bilmiyordu. 26 Nisan günü iki tepenin ortasındaki küçük Ayaş kasabasında götürüldükleri yer, bir ara silah deposu, sonra ahır olarak kullanılmış askeri kışlaya ait bir barakaydı. Adımlarla saymış sağ kalanlar; 12 metreye 15 metre.

Ayaş tutuklularının mesleklerine ve siyasetle ilgilerine bakıldığında daha ‘zararlı’ bulunanların buraya getirildiği görülüyordu. Sonları benzeyecek olsa da Çankırı sürgünlerinin ‘hafif suçlu’ bulunduklarının ispatı, bir haftanın ardından her gün karakola imza vererek sokakta serbest dolaşabilmeleri, kiraladıkları evlerde yaşayabilmeleriydi. 15 günün ardından ‘güvenlik tehdidi oluşturmadıklarına’ kani olunan sekiz kişi serbest bırakıldı. Herkesin hürmetten gözünün içine baktığı Gomidas Vartabed de onlardan biriydi. Serbestti ama hayatı boyunca atlatamayacağı bir yıkımla, müzikle mesafesini değiştirecek hasarlı bir ruhla dönecekti.

Ayaş Hapishanesi’nde kısa sürede hayata bir nebze daha kolay katlanmalarını sağlayan bir düzen kurulmuştu. Mesela aralarında çamaşırhane sekreteri, temizlik bakanı, hatta lüzum belirdiğinde tahtakurusu ve bit işleri bakanı seçmişlerdi. Ayaş’tan sağ kurtulan doktor Avedis Nakaşyan anlatıyor. Arada dama, satranç oynanıyor, politika, hayat, sanat üzerine uzun tartışmalar yapılıyordu. Aralarında Siamanto gibi, Kuran’ı Ermeniceye çeviren Levon Larents gibi ünlü şairler vardı. Ezberden şiirler, Shakespeare’den parçalar okunuyordu. Çizer Gigos günlük karikatürler çizmeye başlamıştı. Hatta onları yayımlamayı düşünüyordu. Olmadı.

Doktor Nakaşyan ve Aram Andonyan dışında sağ kurtularak o günleri kaleme alabilen diğer isimler de Haçig Bogosyan, Püzant Bozacıyan, Mikayel Şamdancıyan, Krikoris Balakyan olmuştu. 1919’da İstanbul’da yapılan ilk soykırım anması için basılan, bu yüzden en erken kaynak ise gazeteci, yazar Teotig’in ‘11(24) Nisan Anıtı’ adlı kitabı. Burada 24 Nisan’da İstanbul’da tutuklananların da bulunduğu 761 kurbanın isim dökümleri ve irili ufaklı hayat hikâyeleri mevcut. Teotig 17 Nisan 1915’te, 22 yıl boyunca çıkaracağı Herkesin Yıllığı’ndaki kimi bölümler için hayatında ilk kez gittiği karakolda ifade vermiş, nihayetinde bir yıl hapis cezası almıştı. Böylelikle ismi yer alsa da Ayaş tutukları arasında değildi. Cezaevinde bir senenin ardından hakkında tekrar Der Zor sürgün kararı çıkarıldı fakat kaçmayı başardı. İstanbul’a tekrar Kasım 1918’de dönebildi.

Ankara’nın etrafı, açık mezar

Aralarında birçok aydının bulunduğu Ayaş ve Çankırı’daki sürgünlerin durumu ve Anadolu’da süren tutuklamalar duyuldukça dünyadan tepkiler geliyordu. Bunu ‘iç işlerine müdahale’ sayan hükümetse o esnada Tehcir Kanunu’nu nihayetlendirmekle meşguldü. İstanbul mebusu Krikor Zohrab ve Erzurum mebusu Vartkes Serengülyan tutuklanarak yargılanmak üzere Diyarbakır’a gönderildi. Onlar yoldayken Hınçak Parti üyesi oldukları gerekçesiyle Divan-ı Harp’te idamla yargılananlar Beyazıt Meydanı’na kurulan yirmi darağacında son nefeslerini verdiler. Zohrab ve Serengülyan ise mahkemeye bile çıkmadan 19 Temmuz’da Urfa-Diyarbakır yolunda Teşkilat-ı Mahsusa tarafından katledildi.

İlk ölüm kafilesinde, Ankara’dan getirilen diğer Ermenilerle birlikte 50 Çankırı tutuklusu vardı. Der Zor’a sürüldükleri söylenmişti, şehre kırk kilometre uzaktaki Elmadağ’da öldürüldüler. Nesim Ovadya İzrail “24 Nisan 1915” adlı kitabında Krikoris Balakyan’ın izlenimine yer vermiş. Ankara’dan ayrılırlarken ağlamalarını inlemelerini kimse duymasın diye şehrin göbeğindeki Taş Han’da askeri bando çalmış durmadan.

Talat Paşa’nın imza attığı bu listeyle ilgili bir buçuk ay işlem yapılamamasının sebebi aslen “Ben valiyim, eşkiya değilim” diyen Ankara valisi Hasan Mazhar Bey’di. Kendisi derhal emekli edilerek İttihat ve Terakki’nin sorunu halletmek için şehre yolladığı Mustafa Atıf Bayındır vali vekili yapıldı. Onun gelişiyle her şey daha sertleşti, hızlandı. Atıf Bey’in ‘kariyerine’, yine emirleri uygulamakta direnen Kastamonu Valisi Reşid Bey’in yerine vali vekilliği de eklenecekti.
Bu esnada cezaevinden salınan hükümlülerden müteşekkil çeteler de hazırdı. Anadolu’nun farklı şehirlerinden kâğıt üzerinde Der Zor’a gönderilenlerin bir kısmı yolda açlıktan ve susuzluktan hayatını kaybediyorsa, bir kısmı da bu çeteler tarafından öldürülüp açıkta bırakılıyorlardı. Çankırı tutuklularından 24 kişilik ikinci kafile bu kez Diyarbakır’da Askeri Mahkeme’ye çıkarılacakları söylenerek arabalara bindirildi. Onları da ölüm Elmadağ Vadisi’nde bekliyordu. Ankara’nın etrafı açık bir mezarlığa dönüyordu.

Aynı esnada sürgüne, aslında ölüme yollanan binlerce Ermeni’nin evlerine, dükkânlarına yağmalar ve aleni mezatlar başlamıştı. Örneğin Ankara eski Polis Müdürü Bahaeddin Bey daha sonra katliama katkısından dolayı değil, “Ermenilerin mal ve mücevherlerini yasadışı biçimde ele geçirmekten” yargılanacaktı. Demek bunun “yasal” yöntemleri de vardı.

Temmuzun son günlerinde Ayaş’tan önce 30, sonra 27 kişi birbirlerine iple bağlı birkaç saat yürütülüp Ayaş Beli denilen kırsal alanda toplu olarak öldürüldüler. Farklı tanıklıklar eklendiğinde Ayaş’taki 92 kişiden 17’sinin sağ kalabildiği, Çankırı’daki 158 Ermeni’den de 99’unun işte böyle “faili meçhul” biçimde öldürüldüğü ortaya çıkıyordu.

Resmi tarih anlatısında Ayaş ve Çankırı’ya yollanan Ermenilere dair (bir noktaya kadar) itiraz yok. 2012’ye kadar Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü yapan ve akademik hayatına devam eden Prof. Dr. Yusuf Sarınay’ın 2008’de İngilizce yazdığı ‘24 Nisan 1915’te ne oldu?’ adlı makale 235 kişilik tam liste vermesiyle, ‘sivil’ tarihçilerin bildiklerine de eklemeler yaptı denebilir. Sarınay, makalesinde ispat sunmasa da tamamı “devlete karşı gelmiş, müttefik güçlerle işbirliği yapmış, devrimci örgütlere bağlı” bu kişilerin tutuklanmalarının yasal olduğunu söylüyor. Ayaş ve Çankırı’ya getirilmelerini kabul ediyor, lakin sonra başlarına ne geldiğini takip etmiyor. “(Ayaş mahkûmları) görünüşe göre Birinci Dünya Savaşı boyunca tutuklu kaldılar” cümlesine rağmen, 1915’ten sonra ailelere yazılan mektupların nasıl kesildiğine, bir kısmı ismi gayet iyi bilinen bu aydınların toplum hayatına karıştığına dair tek belgenin bulunmayışına açıklama getirmiyor. Üstelik kimi tutukluların Divan-ı Harbe gönderilişleri Osmanlı kayıtlarında yer alıyorken. Sonra ne oldu onlara?

Cezaevi, hamam, mezarlık…

Anne tarafı Harputlu, babasının ailesi Tavşanlı kökenli olan, Londra’daki Gomidas Enstitüsü’nün direktörü tarihçi Ara Sarafian da, 30 Mayıs 2012’ta Agos’a yazdığı uzunca makalede Sarınay’a bunları sormuştu. Ara Sarafian, Türkiye’de iyi tanınan bir Ermeni tarihçi. Sarafian başka bir açıdan kendini ayırıyor. Neden? Çünkü bu yazıdan önce, 2012’nin Nisan ayında Ayaş yolundaydık onunla. “Diasporanın o kadar katı fikirleri var ki, Türkiye’ye geldiklerinde rahat bırakılmayacaklarını düşünüyorlar. Hatta öldürüleceğini sanan var. Biraz da bunu göstermek istiyorum, işte Ankara’ya uçtum, sonra araba kiraladım ve kendim kullanarak Ayaş’a gidiyorum.”

O yolculuk… Sarafian’a yıllardır birlikte çalıştığı belgeselci Gagik Karagheuzian eşlik ediyor. Dedesi öldürüldükten sonra babası İran’a kaçan Karagheuzian’ın annesi İranlı. Yaşananlar üzerine evde çok az konuşulduğundan, aile tarihine dair bildikleri daha çok kitaplardan birleştiği kırıntılar. Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan kalkan uçağımıza binerken Sarafian, Karagheuzian’a Sabiha Gökçen’in kim olduğunu anlatıyor. Gün böyle başlıyor. İndiğimizde, Sarafian harita bile kullanmadan Ayaş’a doğru direksiyonu kıracak.

Ayaş’ta ne bulacağız peki? 24 Nisan treni Sincanköy durağında duruyor. Çankırı’ya gideceklerle Ayaş yolcuları ayrılıyor. Sarafian’a göre toplam rakam 220, Sarınay bunu 235’e çıkarıyor. Ayaş Cezaevi’ne getirilen 80-85 kişiden 15 kadarı zaten bir süre sonra yeterince politik bulunmayarak serbest bırakılıyor. Kâğıt üzerinde geri kalan 71 kişi ‘komitacı’. “Kaldı ki Taşnak o zaman legal bir partiydi. 1908’de İttihat ve Terakki’yle aynı taraftalardı” diyor Sarafian.

İşte o serbest kalanlardan iki kişinin, hem de 1919 gibi erken bir tarihte yayımladıkları hatıratları elimizde. Biri doktor Avedis Nakaşyan, diğeri de Teotig ismiyle bilinen yazar, yayıncının yeğeni Püzant Boyacıyan. Hapishanenin yeri neresiydi, içeride hayat nasıldı, sonra ne oldu, anlatmışlar. Notlar elimizde, araba bir tepeden aşağı süzüldüğünde Ayaş’a varıyoruz. O hatıraları bugünde arıyoruz.

Elimizdeki bilgilere göre tutuldukları cezaevi Hükümet Konağı’nın 50 adım kadar ilerisinde. Yakınında bir mezarlık olmalı. İndiğimiz yerde hemen gözümüze çarpan tarihi hamamın ismini okuyunca Sarafian kötü oluyor. Çünkü orası, hatıralara göre gruplar halinde getirilip yıkandıkları yer.

Meydanda gördüğümüz kar beyaz bıyıklı amcaya yanaşınca iki kişi daha beliriyor. Eski hükümet konağı diyoruz, şıp diye gösteriyor ilerideki sarı binayı. “70’lerde yangın çıktı. Yeniden yaptılar, şimdi hastane orası” diyor amca. Araya ‘Gitmeden güveç yiyin’, ‘Mutlaka sucuk alın. Kayseri sucuğu hikâye…’ gibi öğütler karışıyor. Turistik heyecanlar içindeki kasabada restorasyon mevsimi; tarihi cumbalı Ankara evleri yazlıklara mı, butik otellere mi dönüşüyor?

Şimdiki hastane, eski hükümet binasına ulaştığımızda önümüzde lades kemiği gibi iki yol… Tekine girip evinin bahçesinde yakaladığımız bir kadına oralarda eski bir mezarlık olup olmadığını soruyoruz. Bize çeşit çeşit yatır tarif ediyor. Ayaş bir yatır cenneti. Çocukları toprak yiyen anneler için Toprak Baba bile var, düşünün. Neden sonra az yukarıdaki mezarlığı hatırlıyor kadın. Yani belki de onların evinin yerinde eskiden cezaevi vardı. Diğer ihtimal de o ikiye ayrılan yolun diğer kolu. Sonuçta oradayız.

Sarafian, o haziranda Ayaş’tan kurtulan doktor Avedis Nakaşyan’ın anılarını çeviriyor Ermeniceden. Ahşap koğuş 15 metreye 6 metre. Damadı yerine tutuklanan Kevork Mesrob gibi nedensizce getirilenler var. Keza Pera’da bakkal, gözleri neredeyse görmeyen Hayk Tiryakyan ya da belediyede köpek yakalamakla vazifeli Artin Asaduryan neden orada belli değil.

İş bölümü yapılmış, kimi ateş yakıyor, kimi yemek pişiriyor. Hatta rütbeler dağıtılmış; Samuelov bulaşıktan sorumlu bakan mesela. Şarkı söylüyor, şiir okuyorlarmış. Aralarında Siamanto gibi, Kuran’ı Ermeniceye çeviren Levon Larents gibi ünlü şairler var. Politika, hayat, sanat üzerine tartışmalar dönüyormuş. Ünlü çizer Gigos günlük karikatürler çizmeye başlamış. Hatta onları yayımlamayı düşünüyormuş. Olmamış.

Nakaşyan, birlikte Talat Paşa’ya ‘Biz masumuz’ diyen bir telgraf çektiklerini yazmış. Hatta telgrafta kullanılan ‘istirham ederiz’ fiili tartışmaya yol açmış; bunun bir yakarış ifadesi gibi anlaşılmasından endişe edenler olmuş çünkü. Bu arada farklı yerlerden katliam, idam haberleri gelmeye başlamış. İşte o zaman umutsuzluk başlamış.

O ovaya bugün bakmak

Bu yolculuğun hikâyesinin yayınlanmasının ardından dedesinden, babaannesinden duyduğu Ermeni hikâyelerini anlatmak isteyen Ayaşlılar çıkacaktı, sessizce. Teotig’in ve sağ kurtulanların hatıralarının tamamını Ayaş’tan döndükten sonra okudum. O sırada anladığımı sanmıştım, tam anlamamışım. Tırmandığımız tepede iki belediye görevlisinin 23 Nisan için dev bir Türk bayrağını rüzgârla boğuşarak asmaya çalışmaları, o esnada Sarafian’ın aşağı muhtemelen tutukluların ölüme doğru yürütüldükleri ovaya bakışı, dönüş yolunda sağanak yağmura ve şiddetlenen rüzgâra rağmen arabayı otobanda park edip Ayaş Beli olduğunu tahmin ettiği yere koşturuşu, sonra zihnimden hiç gitmedi.

Notlar
Kullanılan görsel, o trendekilerin portrelerini stencil olarak çalışan Nalan Yırtmaç’ın işinden bir detaydır.
Bu yazı 24 Nisan 2012’de Radikal’de, 2015’te Atlas Tarih dergisinde yayınlanan iki yazının buluşmasıdır.
Temel olarak Gomidas Istitute ve Tekeyan Cultural Association tarafından ‘Exile, Trauma and Death- On the road to Chankiri with Komitas Vartabed’ adıyla basılan Aram Andonian tanıklığına ve aynı 24 Nisan 1915 üçlemesinde Teotig’in biyografisiyle birlikte yayınlanan ‘Monument to April 11’ isimli kitaplara dayanarak yazıldı. Belge Yayınları ikisini de ‘Gomidas Vartabed’le Çankırı Yolunda’ (2012) ve ‘11 Nisan Anıtı’ (2010) adlarıyla Türkçeleştirdi. Bunların dışında Nesim Ovadya İzrail’in bu kaynaklara da bolca referans veren ‘24 Nisan 1915 –İstanbul, Çankırı, Ayaş, Ankara’ (İletişim Yayınları, 2013) isimli kitabından ve Yusuf Sarınay’ın ‘What happened on April 24, 1915?’ isimli makalesinden yararlanıldı.