35 sivilin hayatının hesabını kim verecek, bu ‘yanlışlığı’ kim açıklayacak? Sadece geçmişle mi yüzleşiyoruz?
Dün sabah 8 civarı. Yazımı yazmak için oturdum masanın başına. ‘Gaf neye denir’ üzerine yazacaktım. İdris Naim Şahin’i ‘Gaf İşleri Bakanı’ olarak hazmı kolay hale getirmeyi, kendisini ciddiye almaya tercih edişimizi anlatacaktım. Her iki kişiden birini terörist yapan zihniyeti kınamanın yanında, yekten potansiyel terörist ilan edilen şairler, yazarlar, gazeteciler, o her nevi sanatçı bir araya gelse de bir İdris Naim Şahin Festivali çıkarsa diyecektim. Bu yönlü planlardan söz edecektim.
Bunları erkenden yazacaktım çünkü öğlen kendisini ‘milliyetçi vicdani retçi’ olarak tarif eden Muhammed Serdar Delice’nin eşi Dilek Taş Delice’yle buluşacaktım. Askerliğinin beşinci ayında ‘Bu iş böyle olmaz, olamaz’ diyerek firar eden ve hâlâ yargılanan Serdar Delice ne diyor biliyor musunuz? “Kürt kardeşlerimden hayali bir düşman yaratıldı. Vatanın uğrunda ölecek insanlara değil, zeki bir nesle ihtiyacı var.” Delice muhafazakâr, milliyetçi bir aileden. Çevresinde ona ‘vatan haini’ diyenler vardır
Sınırda ‘olay’
Gazetelerin internet sitelerine bakmadan evvel ‘sosyal medyaya’ bakmamızın nedeni var. Önce battaniyelere sarılmış dizi dizi ölü bedenleri gördüm. Bir ülke battaniyelerine sarılmış uyurken, onlar çoktan öldürülmüş, dallı güllü battaniyelere sarılmışlardı. Katırlara yüklenmiş bazı ölülerin pantolonları sıyrılmış, çamurlu botlarının arasından kararmış baldırları, çocuk bilekleri görünüyordu.
Fotoğraflar düşüyor, cenazeleri alanlar konuşuyor, görgü tanıkları anlatıyor, velhasıl bilgisayar ekranında bir önceki gece Şırnak Uludere’de yaşananlara dair parçalar birikiyordu. 35 sivil, 35 Kürt, mazot kaçakçılığıyla geçimlerini sağlamak zorunda bırakılmış 35 insan, sabahı görememişti. 20’yi geçen az, çoğu 10’lu yaşlarında çocuklar… Kaçakçılık yaparak okuyabiliyorlar. Her sınır geçişi 40-50 lira demek.
Bunları ‘sosyal medyadan’ öğreniyorduk. Saatler ilerleyince o büyük haber ajanslarımız önce ‘bomba düşmesi sonucu’ ölenlerin olduğunu duyurdu. Bomba nereden düşmüştü? Belki ‘insansız hava araçlarının’ tamamen insandan azade çalıştıklarını sanıyorlardı. Bir süre sonra ‘Irak sınırında olay’ şeklinde özetlenmiş bir ajans haberi daha geldi. Evet, olay…
Farklı vesilelerle, korkarak ‘Türkiye 90’lara mı dönüyor?’ diye soruyoruz bir süredir kendimize. Medyanın 90’lara döndüğünü, hatta 90’lardan sonra yerinden kıpırdamadığını dün gördük biz. Ölüler traktör römorklarına yüklenmiş, morga götürülmüş, neredeyse otopsiye geçilecek, Genelkurmay’ın açıklamasına kadar tık çıkmadı bilhassa televizyon kanallarından. TSK’nın saygıyla kamuoyuna duyurduğu açıklama da malum. Kaçakçıların orada işi ne?
‘Kaçakçılarla 25 gün’
Orada işleri ne gerçekten, düşünelim. Neden çoğu öğrenci bu çocuklar geceleri de kaçak mazot taşımak zorunda katırlarla? Neden sınır köylülerinin başka çaresi yok?
Yaşar Kemal’in ‘Kaçakçılar arasında 25 gün’ diye bir röportajı var, o geldi aklıma. Antep sınırında ipek, entarilik basma, çakmak kaçakçılığı yapanlarla derin muhabbetin ötesinde, Kemal ‘namlı kaçakçı Adanalı Hasan’ olarak aralarına karışıp bizzat sınırdan geçer.
Aysız bir gecede hududa giderken, sigara yakası tutar; üç saatlik yoldan ateşi görünür diye alelacele soktururlar dal sigarayı cebine. ‘Belki de birazdan bir makineli ateşi başlayacak’ teriyle, pusu korkusuyla ilerler.
O aysız geceyi uzun uzun anlatır Kemal. Ama bir-iki satırda bahsi geçen bir kadın vardır; onu hatırladım. Bir sene evvel oğlu kaçakçılık yaparken vurulmuş. Ondan beridir kim sınırı geçmek için atları, katırları yükleyecek olsa yanlarında bitiyor. Onlarla gelmek istiyor. Bir kaçakçı, “Hep böyle düşünür, bakar bakar düşünür” diyor kadın için.
Geçmişle yüzleşmekten, özürlerden söz ediyoruz. Peki, bugünlerin özrü?