Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/soylesiler/nilgun-toker-fasizm-sual-edilemez-bir-hakikate-baglanma-halidir/

Nilgün Toker: “Faşizm sual edilemez bir hakikate bağlanma halidir”

Son KHK’yle okuldan uzaklaştırılan Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nilgün Toker Kılınç’a sorduk: Türkiye’de olup bitenin adı ne?

Senelerini akademiye vermiş bir öğretim üyesi ülkenin geleceğini ilgilendiren bir konuda şahsi görüşünü yansıtan bir bildiriye imza veriyor, bir süre sonra adını bir KHK’de görerek okulundan uzaklaştırıldığını ve dahi odasına kilit vurulduğunu öğreniyor. Öznelerinden olmasaydınız, bu ülkenin manzarasını, gittiği istikâmeti, erbabı olduğunuz alanın terminojisiyle nasıl açıklardınız?

Bugün neredeyse her ülkede yönetme, savaş kavramı altında icra edilmeye başladı; ekonomik, siyasi, kültürel, her türden savaş dünyada işleri halletmenin merkez kavramı oldu. Savaşa referansla yaratılan “olağanüstü koşullar” insanlığın hak ve özgürlüklere ilişkin oluşturduğu tüm standartların kaybolmaya başlamasına yol açtı ya da her tür hak ve özgürlük sınırlanabilir, ortadan kaldırılabilir hale geldi. Bu genel hale Türkiye’de eklenense savaşın ve olağanüstü halin bir devlet politikası haline gelmesi. Yapısı gereği otoriteryan olan bir devlete el koyanların, hukuku, kurumları, her tür standardı ortadan kaldırarak ülkeyi savaş ve seferberlik kavramları altında yeniden tanzim ettikleri bir durum içinde olmamız tüm bunları mümkün kıldı.

Adını koymak mühimse, faşizm mi, totalitarizm mi, otoriteryanizm mi, bunun adı ne?

Bu olup bitenler, otokrat devletin yeni durumlar karşısında aldığı klasik otokrat bir tutum değil. Çünkü otoriteryanizm bir yönetim biçimidir; bu biçimi nesnelleştirdiği hukuku, kurumları vardır. Şimdi söz konusu olan siyasal teorinin faşizm ya da totalitarizm olarak adlandırdığına yakın. Faşizm bir yönetim biçimi değil, devlete el koyanların bu gücü edimselleştirme tarzıdır. Hukuku, kurumları ortadan kaldırma yoluyla iş görür ve esasen belirsizlik yaratma gücünde kendisini açığa vurur. Hiçbir standardı, normu kalmamış bir toplumun tek davranma kalıbı vardır: Sadakat ve biat. Bunu bir kişiye bağlılık şeklinde anlamamak gerek. Kanaatler alanını tümüyle ortadan kaldıran, doğruluğundan sual edilemez bir hakikate bağlanma halidir faşizm ve totalitarizm. Buna onay vermeyenin düşman ilan edilerek onlara yönelik tutumun savaş ve seferberlik kavramlarıyla belirlendiği bir ortamda oldu tüm bunlar işte.

Hannah Arendt suçla aleni ilişkisine rağmen totaliter yönetimlere verilen kitle desteğini cehaletle yahut beyin yıkamayla izah etme zaafından söz ediyor. Temel dinamiği nasıl açıklamalı, doğrudan iktidar, mevki, para vaat edilmemiş halk kitleleri neden bu desteği verir? Bir yazarın tutukluluğu, bir gazetecinin gördüğü işkence, birinin sadece bir bankada işlem yaptı diye mesleğinden ihracı, “sıradan” diye özetleyebileceğimiz bir yurttaşta nasıl mutluluğa benzer, müstahak dedirtici bir his uyandırır?

Arendt’in tespiti, faşizmin toplumun bir kısmını insan olmaktan çıkarmaya varan kötülüğünün, işlenen bu insanlığa karşı suçların, çoğunluğun sessiz ya da açık onayı olmaksızın gerçekleşemeyeceği. Bu onay sadece destekleme değil aynı zamanda suça, kötülüğe iştirak etme. Arendt’in bu durumu açıklamak için kullandığı iki kavramdan biri olan “kötülüğün sıradanlığı”, basit bir duyarsızlaşma ya da empati kaybı değil. İyi-kötü arasında ayrım yapma kapasitesini kaybetme, daha doğrusu “kötüyü” görme kabiliyetini yitirmedir. Ardında sadece korkuyla biat ya da teslimiyet yok; düşünme kapasitesinin yitimine dair bir şey. Bir körlük halinden çok, bir biçimde görme hali. Aslında bu ahlaksal varlığın da ortadan kalkması demek. Çünkü ahlaklılık, iyi ve kötüyü ayırt etme kapasitesinde temellenir; vicdan da budur. Arendt’in kullandığı ikinci kavram da “kolektif sorumluluk”. Suçun faili olmak bakımından değil, suçun işlenmesine izin vermek bakımından doğan bir sorumluluk. Böylece toplumun çoğunluğu bu kötülüğe, suça dahil oluyor. Aslında bu bir toplumu toplum olmaktan çıkaran da bir şey. Çünkü bir arada yaşama bilincini kaybetmiş, yaşam ortaklarını kötülüğün çarkına terk etmiş ve hatta onlara yapılan zulme iştirak etmiş bir ahali artık biraradalık ilkesini de yıkmıştır.

Böyle zamanların tek tek bireylere yüklediği nasıl bir mesuliyet var?

Kötüyü görme ve gösterme inadımızdan, direncimizden vazgeçmemeliyiz. Konuşarak, yazarak, resmederek, şarkı söyleyerek, her biçimde. Herkes sustuğunda, bu herkesi yok eden kötülük, iyiyi gösterenlerin çizeceği sınırdan da kurtulmuş olur. Bu sınırı tutmalı ve mümkün olduğu kadar genişletmeliyiz.

“Cesaret neyin korkmaya değer olduğuna karar vermektir”

Cezaevi tehdidi, ekonomik şiddet, işinden cebren uzaklaştırılmanın insanın benliğinde yarattığı sarsıntı, hepsi tam amaçlandığı gibi bir korku da yaratıyor. Böyle zamanlarda korkmak utanç verici bir durum mudur?

Aristoteles der ki, korku insana aittir; cesaret ise neyin korkmaya değer olduğuna karar vermektir. İnsan artık tarihsel, kültürel bir varlık; onu insan yapan tek şey canlılığını sürdürmek olamaz. Sahip olduğu kimlik kendi insan olmaklığını tanımladığı şeydir. Örneğin benim en büyük korkum özgürlüğü kaybetmek. Kendim olmaktan çıkmaktan korktuğum için düşünce ve ifade özgürlüğümü kaybetmekten korkuyorum ve bu korku nedeniyle özgür, demokratik bir ülke ve dünya istiyorum. Yani cesaretim, bir değeri kaybetme korkusundan geliyor. Bir gücü kaybetmekten korkarsanız acımasızlaşırsınız; sahip olduklarınızı kaybetmekten korkarsanız boyun eğersiniz. Korkularınızın hâlâ insan kalmanızı sağlamasının tek yolu, odanızdan çıkmanız, kendi olmanın ön koşulunun diğerlerinin varlığı olduğunun bilinciyle eylemenizdir. İyiyi isteme, kendiniz için iyiyi isteme değildir; herkesin iyiyi isteme hak ve gücüne sahip bir iyiye yönelmedir.

Önümüzdeki günler neleri işaret ediyor sizin için?

Faşizm, kurumsuzluk, hukuksuzluk, standartsızlık, belirsizlik sürdürülebilir değildir. İnsanlar bir savaş referansıyla bu belirsizliğe izni bir yere kadar sündürebilirler ama nihayetinde belirlilik isterler. Bu nedenle faşizm kendisini bir diktatörlük rejimiyle tahkim edecek muhtemelen. Onun hukuku ve kurumları yaratılacak. Şu anda içine girdiğimiz “yeni” durum bu gibi. Bir korkum var, faşizm aynı zamanda toplumu iradesizleştirme demek olduğundan, toplumun bu çıkmazdan kendi kapasitesiyle çıkması mümkün mü? Bu sorunun yanıtı bu toplumda iradesi ele geçirilemeyenlerin var olup olamayacağına, onların çoğalıp çoğalamamasına bağlı. Ben umudun, istemenin kendisi olduğunu düşünenlerdenim. İsteme, bu isteğin gerçekleşmesine irade göstermedir umut. Ben umut ediyorum.

Prof. Dr. Nilgün Toker kimdir?

Prof. Dr. Nilgün Toker Kılınç, Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı’ydı. Politika Felsefesi, Hukuk Felsefesi, Tarih Felsefesi verdiği derslerden bazıları. “Politika ve Sorumluluk” (İletişim Yay.) adlı kitabın yazarı olan Toker, Barış İçin Akademisyenler bildirisini de imzalayanlardandı.