Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/cumhuriyet-durusmasindan-cizilmemis-mahkeme-resimleri/

Cumhuriyet Duruşmasından Çizilmemiş Mahkeme Resimleri

Mahkeme ressamlarının zor bir işi var. Bir yandan hep aynı gibi duran bir tablodan duygu yakalamak, akıp giden mimiklerden, jestlerden o salonun havasını aktarmak zorundalar. El çabukluğu ve ayrı bir maharet gerekli. Salonda her yerde A4 kağıda word’de yazılmış uyarılar asılmış: Duruşma salonunda resim çekmek, video ve ses kaydı yapmak kesinlikle yasaktır.

Akın Atalay, Murat Sabuncu, Bülent Utku, Güray Öz, Musa Kart, Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Hakan Kara, M. Kemal Güngör, Turhan Günay ve Önder Çelik… Yazar, çizer, yönetici, 11’i tutuklu 17 Cumhuriyet çalışanı 267 gün sonra ilk kez mahkeme karşısında. İmtiyaz Sahibi Orhan Erinç, yazar Aydın Engin ve Hikmet Çetinkaya ile muhasebe çalışanı Günseli Özaltay ve Bülent Yener tutuksuz yargılanıyor. Yine muhasebe servisinden tutuklu Emre İper’in dosyası ise ayrı. Beş gün sürecek duruşmalar için Çağlayan Adalet Sarayı’nda 27. Ağır Ceza Mahkemesi’ne giden koridor, çelik bariyerle kapanmış. Anlatılacak ilk mahkeme resmi buradan olabilir belki.

Bariyerin bir yanında güvenlik memurları, polisler; diğer tarafta ellerindeki kimlikleri onlara göstermek için havaya kaldırmış yüzlerce kan ter içinde insan… Tutuksuz sanıklar ile tutuklu olanların yakınları kimliklerini gösteriyor görevlilere seslenerek; içlerinde sevdiklerinden uzakta geçen dokuz ayın isyanı var, sesleri daha çok bundan titriyor. Savunma avukatları cübbeleriyle kalabalığı yarmaya çalışıyor. Az sonra başlayacaklar. Ve gazeteciler… Nafile bir çabayla basın kartlarını gösteriyorlar güvenlikçilere; “Girmemiz lazım” diyorlar. Cumhuriyet için haber yazacaklar dahi zor anlatıyor derdini. “Sınır Tanımayan Gazeteciler”, “Uluslararası Basın Enstitüsü” lafları havada uçuşuyor. Pasaportunu gösteren yabancı gazeteciler var. Görevlileri ikna etmeye çalışıyorlar, azı başarıyor.

Son yıllarda Türkiye’deki yerli ve yabancı gazetecilerin önemli bir mesaisi de bu zaten: Gazeteci olduklarını kanıtlamak. Cezaevinde 150’den fazla gazeteci varken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan uluslararası camianın karşısında, cezaevinde sadece iki gazeteci bulunduğunu söylüyor.

Bu izdiham, duruşmanın başladığı ilk gün şahikasına ulaştıysa da aynı koridorun başı ve dahi mahkeme salonunun kapısı içeri girmek isteyenler için hep bir mücadele alanına dönüyor. İkinci gün de sahne benzerdi. Kan, ter, neredeyse gözyaşı. Niye bu kadar eziyet gerektiğini soruyor herkes birbirine. Yabancı gazetecilere tercüme etmesi güç çok şey var. Duruşmanın ikinci günü ayakta kimsenin alınmayacağı kararı çıktığından, içeri bir kişi daha alabilmek için daha fazla sıkışmak gerektiğini talimli olanlar biliyor. Bir kişilik koltuğa iki kişi oturuyorsunuz yani. O da en azından. Arkadan bakıldığında bir kısmı birbirini tanıyan, bir kısmı orada bulunmaktan dolayı tanış bir dolu insanı sıra sıra, düğün fotoğrafında kadraja girmek için sıkışmış samimiyetinde görüyorsunuz. Birbirlerine iyice sokulmuşlar, belki biri kolunu diğerinin sandalyesine atmış. Tuhaf bir dostluk sahnesi. Bu da mahkeme salonundan bir resim olabilir.

Savunmalar sırasında davayı takip etmeye gelen arkadakiler bir sırt görüyor uzun müddet; meramını düzgün anlatmaya, muhtemelen sinirlerine hakim olmaya çalışan bir insanın sırtı. Cumhuriyet iddianamesi gazetenin yayın çizgisi değiştirilerek aynı anda birkaç terör örgütünün (FETÖ/PDY- PKK/KCK- DHKP/C gibi) eline geçtiği fikrine dayanıyor. Delil olarak sunulanlar da sadece haberler, manşetler. “Burada gazetecilik yargılanıyor”, şık görünsün, bir teşbihten slogan çıkarılsın diye kullanılan bir cümle değil. Aralarında Orhan Erinç gibi 60 yıldır gazetecilik yapan var, en gencinin tecrübesi herhalde 30 yıla yakındır; sinirlere hâkim olmak hakikaten güç.

Misal gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, mizacının da katkısıyla bunu kolay beceriyor. Ama şu da var… “Zaman zaman ailem ya da milletvekili arkadaşlar ‘Süreçte sana en ağır gelen neydi’ diye sordular. Evimin basılması mı? Terörle mücadelede bodrum katında bekletilmem mi? Çocuğu olan 47 yaşında bir adam olarak Silivri Cezaevi’nde pantolonumu çıkarmaya zorlanmam mı?” Hayır, en çok haberleri, manşetleri böyle izah etmek zorunda bırakılmanın ağır geldiğini söylüyor.

Bir ara Hurşit Külter’le ilgili Cumhuriyet’te çıkan haberlere dair konuşurken Cumartesi Anneleri’nin 644 haftadır bir araya geldiği Galatasaray’dan, “devlet tarafından kaybedilenlerden”, bunun bilinciyle haber yapılması gerektiğinden bahsediyor Sabuncu. Mahkeme başkanı sorgu sırasında “devlet tarafından kaybedildiği iddia edilenlere dair ne bildiğini” soruyor. Bu, sakıncalı ve müdahale etmeden kalmaması gereken bir tamlama gibi görünmüş. “Başbakanken Berfo Ana’yla görüşen Erdoğan bilir. Benim bilgim yok” diyor sonra Sabuncu. Ara verildikten sonra Cumartesi Anneleri’nden Hanım Tosun’un duruşma salonuna geldiğini ama kalabalık yüzünden içeri giremediğini duyuyoruz. Aynı anda denecek kadar yakın zamanlarda… Buna tesadüf denemez. Burada da çizilmemiş bir mahkeme resmi duruyor.

Gazetenin okur temsilcisi Güray Öz, derler ya küçük harflerle konuşan biri, mikrofonlar yetmiyor sesini arkalara ulaştırmaya. Gazetenin yayın ilkelerini, vazifesini anlatmaya, “Peki okurlardan ‘Kardeşim bizim eski Cumhuriyet de FETÖ’cü oldu…’ diye tepki alıyor musunuz?” nevi sorulara sabırla cevap veriyor. Kendisinin de içten içe eğlendiği bir an var, onun bir Bylock kullanıcısıyla teması iddianamede aleyhine delil olarak eklenmiş. Bu numaranın en son doğum gününde sipariş verdikleri Çankaya’da bir pideci olduğunu söylüyor Öz. Güray Öz’ün pidecisi, Akın Atalay’ın parkecisi, Musa Kart’ın aradığı turizm şirketi, Önder Çelik’in tamircisi… Böyle dev bir örgüt. Hepsi Bylock bağlantısı diye eklenmişler. İşte tam bunların açıklandığı anlar, mahkeme heyetinden birinin avucunda çevirdiği tükenmez kalemin aniden duruşu, sırtı yüksek deri koltuklara sert bir yaslanış… Bunlar da anlatılması gereken resimler bu duruşmadan.

Görsel: Semih Poroy

2

SEGBİS arası, kodların şiiri, Ahmet Şık sessizliği

 

Duruşma tecrübesi olmayanlar için yabancı bir tamlama olabilir “SEGBİS arası”. 2011’den beri duruşmalar Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi’yle kaydediliyor. Bu esnada da aşağı yukarı saatte bir ara vermek ve CD değiştirmek gerekiyor. Bu, eğer mahkeme heyetinin zaten vereceği arayla birleşmezse dört dakika mola demek. İşte bu biraz da fazlasına sarkan dört dakikalar, çizilmemiş mahkeme resimlerinden bolcasını koyuyor önümüze.

Arada jandarma bedenlerinden oluşan duvar, önce salonun farklı yerlerinden yükselen “Ahmet!”, “Turhan Abi!”, “Murat!”, “Mıstık!”, “Kadri!” sesleriyle aşılıyor. Duruşmanın ilk günlerinde görevli jandarmalar da fazla gergin olduğundan tutukluların dönüp de seslenen kişiye bakması, el sallaması daha zordu. Bu işte en tecrübelisi Ahmet Şık; usta bir manevrayla dönüyor, neredeyse kendisi sohbet açıyor. İkinci gün Musa Kart’ın basbayağı ayağa kalkıp herkesi selamlaması o kadar zarifti ki, jandarma da bu sahne alışa ses edemedi. Bu işte en “cool” olanın Hakan Kara olduğunu teslim etmek gerekir; kitleden gelen tezahürata bir rock yıldızı zamanlaması ve sükûnetiyle karşılık verdiğinde yakınları bile hemfikir.

Duruşmanın üçüncü gününde bu SEGBİS araları, başta iyiden iyiye heyecanlı olan selamlaşmaları aşıp küçük diyaloglara evrilebildi. Bu da şu demek… Dokuz aydır tam da böyle hukuk, akıl ve izandan uzak bir iddianame yüzünden cezaevinde olan birine “Naber?” demenin bir güçlüğü, onun karşısındakine de “Naber?” demesinin bir beyhudeliği var. Olsun. Öyle tatlı tatlı bakışılan, hatta iki üç defa “Naber?”, “N’olsun, senden?” denen bir anın resmi. Ne yazık ki jandarma vakit müsaade etse dahi tutuklu sanıkların aile fertleriyle sarılmasına meydan vermiyor. Kadri Gürsel’in oğluna sarılmasına bile izin çıkmadı. Bu zor bir resim.

Duruşma salonlarında belli yasaklar var ama bunların arasında dürbün olduğunu pek sanmıyorum. Bir dürbün isterdim. Örneğin gazetenin avukatlarından Bülent Utku’nun savunmasını pek esasa ilişkin bulmayan savcıya “Eğer sabrederseniz Allahın sopası başlıklı bölümde sizden bahsedeceğim” dediği anda yüzünü yakından görebilmek için isterdim bunu. Duruşma savcısının, daha evvel Cumhuriyet gazetesinin bir yazarının Fethullah Gülen’e hakaret ettiği gerekçesiyle iddianame hazırlamışlığı vardı çünkü.

Terör örgütleriyle ilgili bir bahis açık… Turhan Günay’a Cumhuriyet Kitap Eki’nde hangi kitaplara dair yazı basmayacağı sorulduğunda “Mesela -de’leri, -da’ları ayıramayan bir yazarın kitabını anında bırakırım” deyişinin heyette yaratacağı tesiri dürbünle tespit etmek isterdim. Eğer tek bir dürbün kullanma hakkım olacaksa, seçmek zorsa da bunu Hakan Kara’nın savunması için kullanabilirdim. İçinden Caretta yumurtaları, Akdeniz fokları ve kendisinin başka bir ilgi alanı olan dijital devrim mevzuları geçen şahane savunmasının, heyet mimiklerini nasıl dondurduğu da yakın görülmeli. ByLock’un icat olunmadığı bir tarih evresinde bir ByLock’çuyla temas kurduğu, bu yüzden de “FETÖ’cü” olduğu söylenen bir adam karşılarında yapay zekâ diyor, bilgisayar kodlarından söz ederken “Ben boş zamanlarımda kod okuyordum. Kod okumak felsefe gibidir. Kimi zaman koda daldığınız zaman şaşırırsınız, şiir okumuş gibi olursunuz” diyor. O suratlar yakından görülmek istenmez mi? Sadece “x kod adlı terörist” tamlamasının bilindiği bir âlem burası. Asla çizilemeyecek bir mahkeme resmi.

Bu tefrikanın içinde, hiç olmayan resimlerin de yeri var. Cumhuriyet çalışanlarının birçoğu savunmalarında Fethullah Gülen’le birlikte çekilmiş bir fotoğraflarının bulunmadığını söyledi altını çize çize. Çektirenlerden, yan yana duranlardan, fikir sorup icazet alanlardan hiç olmamışlardı. Mahkeme heyetinin önünde sıra sıra dizili mavi klasörlerde bu fotoğraflardan hiç olmayacaktı.

Davanın görüldüğü üçüncü günden anlam verilemeyen bir mahkeme resmi de kayıtlara geçsin madem. Ancak öğleden sonra başlayabilen duruşmanın başında mahkeme başkanı diyor ki “Dün bir avukat bir eylem yapmış, yere 100 dolar atıp gitmiş”. Bu gerçek mi, bu hakikaten bir eylem mi, bu ne, asla hakiki manasına eremeyeceğimiz, “takipsizlik” verdiğimiz bir resim olarak kalacak.

Çarşamba itibarıyla tutuklu sanıkların savunmaları ve sorguları bitti. Söz, “Ben savunma yapmıyorum, itham ediyorum” diyen Ahmet Şık’tayken salonun da bir resmi olmalı. Pür bir sessizlik, bozuk klimalar yüzünden vücut sıvılarından kaybetmeye başlayan dinleyici kitlesindeki üç beş yelpaze bile donmuş neredeyse. Bunun da resmi çok zor ama o konuşuyor, salonun içinin yağları eriyor. O zamanki adıyla Cemaat’in yıllardır devlet kadrolarında, orduda, yargıda, MİT’te, Emniyet’te AKP işbirliği ve teşvikiyle nasıl örgütlendiğini, 15 Temmuz darbe girişimine adım adım nasıl gelindiğini istikbalde yazılacak, hatta o gün yazdığı bir kitabın önsözü gibi anlatıyor. Gazetecilik etiğini, kaynağını siyasi duruştan alan bir ahlakın esaslarını hatırlatıyor. Savcı “seminer” dinlemek istemediğini söylüyor, mahkeme başkanı “Bu işte bir yanlışlık var, bizim karşımızda köşe yazısı yazmayın” diyor. Oysa ki bu resimde Ahmet Şık asıl yanlışlığı tarif ediyor.

3

Florasan adaleti, cezaevi kapıları, Turhan Abi’nin kitapları

 

“Bu hiçbirimizin istemediği bir yol arkadaşlığı” dedi mahkeme başkanı. “Keşke iddianameler, davalar olmasa…” Bir yargı mensubundan, böylesi bir davanın ara kararı öncesi işitmesi tuhaf bir cümleydi. Salon her santimetrekaresine kadar insan dolu… Karar duyulmaz diye biri diğerinin hızlıca nefes alışını uyaracak neredeyse. “Keşke iddianameler, davalar olmasa…” “Ah keşke” mi diyecektik, “kader” miydi yani bir terör örgütünün üyesi olarak yargılanmakta olan bir savcının yürüttüğü soruşturmayla, gazetecileri yaptıkları haberler vesilesiyle o örgüte üye olmakla, yardım etmekle suçlamak? Yazar, çizer, yönetici, 11’i tutuklu 17 Cumhuriyet çalışanı karşısında “Ah şu iddianameler olmasa…” diyordu mahkeme başkanı. Gökten mi iniyordu bunlar, yerden mi bitiyordu? Bir tabii afet miydi, neydi?

Türkiye’nin gündemini -kusura bakmayın bir kısmının- gündemini beş gün doldurduktan sonra ara kararı verilen bir mahkemeden çizilmemiş resimler anlatmak kolay değil. Üstelik misal tutukluluğuna devam kararı verildikten sonra Ahmet Şık’ın yaptığı konuşma, ses hızında tarihe kaydolmuşken, herkes bu “resimleri” biliyorken…

Tutuklu ve tutuksuz sanıkların ifadeleri ve sorguları bitmişti. Perşembe öğleden sonra avukatlar savunmalarını yaparken, diğer günlere göre kalabalığı görece azalmış salondan birkaç defa tarifi güç bir gürültü geldi. Dev bir makine mi kükrüyor, bir canavar mı üfürüyor, ne? Birkaç dakika sonra fısıldaşmalarla malûmat toparlandı: 35 derece sıcaklıkta bir yaz günü girmiştik duruşma salonuna, oysa dışarıda hava birden gece kadar kararmış, fırtına çıkmış, tarihin en iri dolu taneleri şehrin tepesine polisin plastik mermisi şiddetinde yağmaya başlamıştı. Salondan gelen o garip sesler de sosyal medyaya yüklenmiş fırtına-dolu videolarını izleyenlerden geliyordu. Onları gören olmasa, Çağlayan Adalet Sarayı’nın dünyaya bakmayan penceresiz bir salonunda, yalandan gün ışığı süsü verilmiş çiğ florasan ışıklarının altında bizim hiçbirinden haberimiz olmayacaktı. Açıkta yakalanmadığımıza sevinmemiz gerekirken huzursuzduk; Çağlayan Adalet Sarayı’nda -ve sanki sarayın dayattığı adalet anlayışında- mahsur kalmıştık. Bu hissin resmini görmeyi ne çok isterdim.

Günler içinde hukukçu, gazeteci çok kişiyle bu ara karara ve davanın gidişatı üzerine sohbet ettik adliye koridorlarında. Ne olabilirdi? Duyduklarımın çoğu, içinden çok az hukuk geçen “tahmin” cümleleriydi. İç siyaset kimi nereye götürüyor, dış siyaset, uluslararası camia neyi ne kadar zorlayabilir, bilmem kimin paşa gönlü ne çeker, filankesin gıcığı kimedir… Böyle dava mı konuşulur? Hukuk bilmediklerinden boş boş cümleler kurdular haliyle. Ya da işte biz hepimiz hukuksuzlukta mahsur kalmıştık.

Silivri çok daha hoş şeyleri meşhur bir beldemizken, distopik bir kasaba markası olup çıkıverdi. Artık hepimizin aklına Silivri Cezaevi geliyor önce. 1.035.247 m²’lik Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü’de sekiz cezaevi dışında, personelin lojmanları, halı sahadan hastaneye, ilköğretim okulundan AVM’ye hakiki bir kasaba var. Bu beton rengi kasaba kartpostalının ortasında da “ah şu iddianameler” yüzünden güneşsizlikte, florasan kasvetinde ve bu adalet tahayyülünde mahsur kalmış bir dolu insan duruyor.

Çizilmemiş mahkeme resimlerinden, cezaevi önü resimlerine geldik. Tahliye kararı çıkanların, Mustafa Kemal Güngör’ün, Önder Çelik’in, Turhan Günay’ın, Musa Kart’ın, Hakan Kara’nın, Güray Öz’ün, Bülent Utku’nun yakınları geçen dokuz ay içinde Şişli’den Silivri’ye otobanı avuçlarının içleri gibi öğrenmiş. Haftada bir görüşe giderken geçtikleri yol, bu kez Çağlayan’da aldıkları tahliye haberi sonrası bir başka görünüyor muhtemelen gözlerine. Kentin Blade Runner makamında büyüyen çeperleri, bu beş yüz katlı cam dikitler ve ilçe büyüklüğünde çirkin alışveriş merkezleri, cuma akşamı kimi kavşaklarında düğümlenen trafik kimbilir güzel bile geliyor onlara. Yakınlarıyla dönecekler.

Gazetenin İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Yayın Danışmanı Kadri Gürsel ve muhabir Ahmet Şık ise haklarında yeteri kadar delil toplanamadığı ve var diye ileri sürülenleri (haberleri) karartabilirler gerekçesiyle o beton kasabada rehin hallerine bir süre daha devam edecekler. İçinden hukuk geçmeyen cümleler gerekiyor bu resmi tasvir edebilmek için.

Gece yarısını geçmişken alkışlarla cezaevinin kapısının önüne getiriliyorlar. Koğuş arkadaşını içeride bırakmak belki bizim anlatmaya hiç yeltenmememiz gereken bir burukluk. Verdikleri kiloları alırlar, sırtlarındaki yorgunluğu atarlar ama hayattan çalmanın cezasını veren yasalar da yapılmalı. Bu zorbalığın, bu kötülüğün bir hesabı olmalı. Kaç sene evvel Ahmet’i almıştık bu kapıdan. “Bu kumpası kuranlar buraya girecek” demişti cezaevini göstererek. Girdiler, ama o cümlesinden de yargılanıyor hâlâ. Ve yine içeride. Bu zorbalığın, bu kötülüğün bir hesabı olmalı. Ahmet Şık RT’lemenin istemeye yetmeyeceği bir hesap.

Fotoğraf flaşları azalıyor, Silivri Cezaevi önünde bir onunla bir bununla sarıla sarıla otobüslere varılıyor. Çizilmemiş bu resmin önünde bunlar yaşanırken, arkada sürekli omuzlarına karton koliler taşıyan birtakım insanlar göreceksiniz. Merak ettiyseniz, onlar Turhan Abi’nin aylardır cezaevinde biriken kitapları…

Çizer: Berrin Simavlıoğlu