Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/roportajlar/100-yila-sinirdan-bakmak/

100 yıla sınırdan bakmak

Yeni çiçeklenmiş kayısı ağaçlarının arasından Arpaçay’ın kıyısına indiğimiz o anı unutamayacağım. Önümüzde usul akan, genişliği bazı yerde on metre olan çayı, iri taşlardan zıplayıp geçebilirdik istesek. Ama karşı tarafa gidebilmek için biz karadan neredeyse 1200 kilometre yol yapmıştık. Çünkü durduğumuz yer Kars’ın Digor ilçesine bağlı Halıkışlak köyüydü, karşısı ise Ermenistan’da Armavir’e bağlı Bagaran.

Sınır denilenin garabetine dair edilecek laf çok. Dibinde durduğumuzsa bunun ötesinde katmerli hikâyeler anlatıyor. 1915’in üzerinden 100 yıl geçmiş… Bölünmüş tek köyü andırırcasına yakın ama aslen ruhen uzak biri Ermeni, biri Azeri, Türk köyü… Kapalı bir sınır… Her şeye rağmen böylesi bir coğrafi temasın getirdiği özgün haller… Ve misafir olarak biz…

Beş günlüğüne yollara düştüğümüz Berge Arabian, Agos gazetesinin fotoğrafçılarından. Sınırın sıfır noktasına, geçen 100 yıla, her iki köyde bize evlerini açanların sofralarından baktık birlikte. Ben Türkiye’den bir gazeteci, o ailesinin kökleri Diyarbakır’dan Suriye’ye sürülmüş, Kamışlı’da büyüyüp Kanada’ya göçmüş Ermeni bir fotoğrafçı, bize serdikleri yataklarda uyanıp iki köyde dolandık.

Üç ülke, üç mevsim

Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Dağlık Karabağ Savaşı’na tepki olarak Türkiye 1993’te Ermenistan kara sınırını kapattı. İstanbul’dan Erivan’a uçabilirsiniz ama işte arada böyle beş on metre varsa, ironik şekilde 328 kilometrelik sınırın diğer yanına Gürcistan’dan geçmek zorundasınız. Aktaş sınır kapısının çalışmaları sürdüğünden ilk istikâmet Posof’tu. Vizesiz, kimlikle Gürcistan’a geçmek mümkün. Sonra tekrar güneye, Ermenistan’a kıracağız direksiyonu. Gümrü’de yine pazarlıkla Bagaran’a bizi ulaştıracak üçüncü arabayı ayarlayacağız.

Neredeyse 600 kilometrelik yol boyunca tek günde üç ülke, üç mevsim gördük. Kars civarında kar dağ eteklerinde bilinmeyen ülkelerin haritaları gibi eriyordu; sonbahara benzer tatlı bir serinlik karşıladı bizi. Dağlık bölgedeki Gürcistan-Ermenistan sınırında aynı gün tipiye yakalandık.İnançları kilise tarafından reddedilen Malakanların zamanında topluca sürüldüğü, soğuk yüzünden “cehennem” diye anılan bölge burası. Güneye indikçe bahara yaklaştık, yeşilliklere susam taneleri gibi saçılmış koyun sürüleri göründü. Evlerimizden sabah 4’te çıktığımız yol, akşam 11’de Bagaran’da sonlandı. Zohrab ve Kohar Ghazarian’ın evinde ilk kahvemizi içerken bitap düştüğümüzü hatırlamadık bile. Sabah, sonra misafirleri olacağımız Cemal ve Saime Sarıdağ’la Bagaran’dan “Şuraya çık”, “Buradan el salla” diye telefonda konuşurken aradaki mesafeyi tam idrak edemediğimi şimdi daha iyi anlıyorum.

Şunu söylemek lazım, 2008’den beri Ermenistan-Türkiye sınırı üzerine çalışan fotoğrafçı Ali Saltan, uzunca kalarak “Nehrin Öteki Yakası” isimli projeyi hazırladığı her iki köyden de dostlarını bizle paylaşmasaydı, her şey farklı olurdu.

“Abi yabancı mı?”

Bagaran tarafında Arpaçay’a ancak 200 metre yaklaşılabiliyor, sonrası yönetiminin Ruslarda olduğu askeri bölge. Halıkışlak’ta ise 2000’lerin ortalarından beri su kenarına inmek mümkün. Arpaçay’ı yakından gördüğümüz anın şaşkınlığı da bu yüzdendi. Araya giren bu mesafeye rağmen köylülerle karşılıklı el sallamalardan, bağırarak hatır sormalardan, askerlerle votka, sigara takası yapan gençlerden bahsediyorlar. Eski muhtar Kerim Acar’ın eşi Leman Hanım dürbünle baktığı düğünleri anlatıyor.

Benzer tabiat, iki köyü, ev sahiplerimizin günlük hayatlarını birbirine benzetmiş. Ermenistan tarafı çok daha yoksul ama. Sorularsa daha ziyade Türkiye cenahından: Onlarda su var mı? Evlerde oturma grubu var mı? Böyle bir yolculuğa kalkıştığımız için şaşkınlıkları da aynı. Ama ötesi…

Şimdiki Bagaran yüz yıl önce Hacı Bayram adlı bir Azeri köyüydü. Babasının evini bulma hikâyesini yarın anlatacağım Kacik Amca da bölgenin tarihini anlatıyor. Stalin’in Azeri nüfusu dağıtmak için Hacı Bayram’dakileri gönderişini, ailesininse 1920’lerde Halıkışlak’a yakın Kilittaş’taki eski Bagaran’dan, 50’lerde geçici geldikleri Mirzahan’dan çıkıp en son 70’lerde şimdiki Bagaran’a yerleşmelerini. Köyün çoğunun geçmişi bu rota. Zamanında harap edilen baba/dede evleri, kiliseleri zaman içinde bir de definecilerin hasarına uğramış. Sürülen Ermenilerin altınları, muhtemel gömme yerleri, rahip mumyaları, efsaneler, Halıkışlak’ta sormadan önünüze dökülüyor. Eminim köyde bizi de defineci sanan çıkmıştır.

2015’te, çoğunluğun MHP seçmeni olduğu bir Azeri köyünde Ermeni bir fotoğrafçı… Berge’le aramızda az Türkçe, daha çok İngilizce konuştuğumuzdan kulağıma “Abi yabancı mı?” diye soranlara Diyarbakır’dan başlayan hikâyesini özetliyorum. Bazı sohbetlerde onun ağzından çıkan “Ermeniyim”, ikinci cümleyi aratan tuhaf bir şaşkınlık yaratıyor karşıda. İlla olumsuz bir tavra dönmüyor ama sanki o boşluk duruyor. Halıkışlak’ta Alevi dedelerine benzetilen Berge’in dervişane hümanizminin yazacağım her satırdan daha fazla iz bırakacağını umuyorum zaten o köyde.

24 Nisan’a birkaç gün kala Bagaran’da konuştuklarımız 100 yıl süren inkârın yorduğu, Türkiye’nin soykırım mesuliyetini üstleneceğine dair umutlarının tükendiği insanlardı. Kuşaklara yayılan acı ve varlıklarına yönelik yok sayılma büyük yük ama başka bir de olgunluk getirmiş, “Bize ilaç olanın geleceği yok, bari biz dost olalım” der gibi sarılıyorlardı bana. Köyde öğretmen Gohar Avedisyan genç kuşağın internet vs nedeniyle soykırım konusunda daha öfkeli olduğunu ama müzik hocası Gomidas’ı tutuklandığı Çankırı’dan kurtarması için paşa olan babasına yalvaran 7 yaşındaki o kız çocuğunun bilgisi ve inancıyla da davrandıklarını söylüyor.

“Tipimiz bile aynı”

Türkiye tarafında gençlerin dilindeki “soykırım belası” tamlaması, genel olarak uluslararası komplolara, diasporanın oyunlarına giden bir konuşmanın girizgâhı. Ortak tarihten, yemeklerden, komşuluktan söz ediliyor, “tipimiz bile aynı” deniyor ama 1915’e gelince tıkanılıyor. Tehcir kararının uygulamaya konmasından sonra örgütlenen Ermeni grupların bölgedeki Müslümanlara yaptıkları anlatılıyor.

Şimdiki Ermenistan tarafında kolhozda çalışmış, Ermenice bilen babasını anlatıyor 73 yaşındaki Zeynep Çapak. Eskiden tepeye çıkıp köklerinin olduğu karşı köyü seyredermiş; artık yaşı müsaade etmiyor. “Aslını sorarsan buralar Erzurum’a kadar hep Ermeni idi” diyor. Peki ne oldu? “Sonra Türklerle Ermeniler savaştı. Onlar Müslümanları kırdı. Ama Müslümanlar da Ermenileri kırdı. Türkler kazandı.”

Bugün Kürtlerle birlikte yaşayabilen Azeriler gibi, eskiden Türklerle Ermenilerin dostça yaşadığını söyleyen eski muhtar Kerim Acar, benzer “savaş” cümlesini kurunca “1915’te Ermenilerle Türkler arasında savaş yoktu” diyorum. “Ne demek savaş yoktu? Toplu ölüm deniyor Pınar Hanım, savaş olmadıysa bu insanlar nasıl öldü?” diye soruyor. Laf bulamadığımdan “Evet, nasıl?” diyorum sadece.

Kars tarafında “soykırım” kelimesini kullanan sadece Kürt bir tarih öğretmeni. Tehcirin sistematiğinden, soykırıma dönüşünden, yedi Ermeni öldürünce cennete gideceğine inanan Kürt aşiretlerinin payıyla yüzleşmesinden, sistemin dayattığı tarihle yetinmeme lüzumundan bahsediyor. “Ne olursa olsun artık, yazın” dese de ismini vermemeyi tercih ediyorum.

Öyle ya da böyle tarihteki ortak yaşam, iki köyün de taşınmış olması, bu fiziki yakınlık bir tür simetri doğurmuş. Türkiye tarafında arzulanan dostluğun, sınırların açılması temennisinin “İki taraf da zarar gördü, artık unutalım” gibi bir temeli var. Neyi unutalım? Her acı tek kişinin evrenini kaplar, hürmet hakkeder ama nihayetinde bazen eşitlikten de haksızlık doğmaz mı?

Öğlen Bagaran’da sofradayız. Kohar patatesli tavuk yapmış, kendi turşusu, peyniri… Zohrab’ın ekonomi okuyan kuzeni Vartan Sarkisyan bir ara “Peki adı soykırım değil tehcir olsun. Birini evinden zorla çıkarıp çöllere tahteravanla sürseniz de bu soykırımdır” diyor. Bir selamla bölünüyoruz. Sınırda görevli bir asker hatır sormaya uğrayıp bizi masada görünce afallıyor ama oturuyor da. Sarkisyan, konyağını bu masanın eskiden bir araya gelmesinin imkânsızlığına kaldırıyor. Barışa ve dostluğa içiliyor; ben de sınırların kalkacağı bir dünyayı ekliyorum. Varlığımdan gerilen asker o noktada gevşiyor, “Sınırlar kalkarsa işsiz kalırım” diyor gülerek. “Biz sana başka iş buluruz merak etme” diyor hepsi birden.

Sıfırlanmış bir sayacın canlı hali

Birkaç gün evvel kalçasını kırmasa yürüyebiliyormuş. Karşımdaki yatakta 100 yaşında bir kadın var. Duyan tek kulağına bağırarak konuşuyor kızıŞori. Bizi doktor sanmış. Gözlerime bakıp gülüyor, fotoğraf çekilirken titreyerek saçlarını düzeltiyor.

Aregnaz Grigoryan’ın kimliğinde doğum yeri Türkiye, tarihi 00.00.1915. Sıfırlanmış bir sayacın canlı hali gibi. Kızı, Grigoryan’ın geçen ay Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a hayat hikâyesini yazdığı mektubu okuyor. Bir madalya ve hâlâ salonda duran çiçekler yollanmışeve.

1915’te üç aylıkken şimdi Kars sınırlarındaki köyünü anlatıyor mektupta. Kundağıyla bir çukura atılmak istenmiş, amcası kurtarmış ama o canından olmuş. Şimdiki Ermenistan tarafına ailece sürüldükleri yoldaysa büyükannesi ve büyükbabası öldürülmüş. Önce sınıra yakın Mirzahan’a, dönme umutları kalmayınca da şimdiki Bagaran’a yerleşmişler. İlk kocası II. Dünya Savaşı’nda ölmüş, iki evliliğinden doğan beş çocuğundansa ikisi hayatta. “Soykırım da, ben de 100 yaşındayız. Dileğim herkes için barış, sevgi ve mutluluktur” diye bitirmiş mektubunu. Hiç 100 yaşında birinin ellerini tutmamıştım daha önce.

Yarın: Kapalı sınırın iki tarafa ekonomik, sosyal ve siyasi etkisi, yıllardır iki köyü bir araya getiren tek ritüel, “su protokolü”.

Fotoğraflar: Berge Arabian

– 2 –

Ermenistan’da çiçek Türkiye’de bal olacak

Önce Ermenistan’da Armavir’e bağlı Bagaran köyüne gitmiştik Agos’un fotoğrafçılarından Berge Arabian’la. Arada sınır olarak kimi yerlerinde on metreye daralan Arpaçay akıyordu. Sonra karşısındaki Azeri, Türk köyü Halıkışlak’a geçtik. Kapalı sınır yüzünden neredeyse 1200 kilometre yol yaparak ama.

Yemlik, kazayağı, yonca; evinde kalacağımız Cemal Sarıdağ’ın kızı Bilge’yle Arpaçay boyunca yürürken yerden taze otlardan koparıp dişleye dişleye nar çiçeği rengi bir binaya vardık. “Protokol” deniyor buraya. Suyun üzerinde, iki köyü yıllardır birleştiren tek ritüelin taşıtı, ilkel bir teleferik… Suyun coşkunluğuna göre aralıklarla, iki taraftan da temsilcilerin katıldığı heyet, bir Türkiye, bir Ermenistan tarafında buluşuyor. Öncelikli gaye suyun debisini ölçmek ve adil dağılımını sağlamaksa da, her heyet toplantısı birlikte yenilip içilen, hayattan hoşbeş edilen masalara dönüyor yıllardır.

Halıkışlaklı Muharrem Sarıdağ 1999’a kadar her şeyin elle ölçüldüğünü daha sonra makineye geçildiğini söylüyor. Yakınen biliyor, çünkü senelerce suyu o ölçmüş. “Annem aynı yemekleri yapar” diyor, “Genelde esmeriz, tiplerimiz aynı” diyor. Su protokolü vesilesiyle Ermenistan tarafıyla köyde herkesten çok temas edenlerden biri.

Bagaran tarafında bir bahçeye oturmuşuz, 70 yaşındaki Kacik Adinokivolk masaya kendi yaptığı alıç şarabından bir sürahi getirmiş. Soyadı aslında gençliğinden beri arkadaşları arasında kullandığı Rusça takma ismi; “benzeri olmayan kurt” demek. Kacik Amca gerçekten de nevişahsına münhasır bir kişi.

Kars’tan eski Bagaran’a, sonra Mirzahan’a, en son da şimdiki Bagaran’a, sülalesi dört sürgün geçirmiş. Kendisi su teknisyeni olduğundan senelerce bu “su protokolünde” yer almış. Zaten Halıkışlak’a geçince çok kişi “Kacik duruyor mu?” diye sordu bize merakla. Eski muhtar Kerim Acar “Çok şakalaşmamız vardır Kacik’le” dedi ondan haber aldığına sevinerek. Bir daldı gitti.

Sınır tanımayan arılar

İki köyde de gün çok erken başlıyor. Halıkışlak’ta ev sahibimiz Saime Abla, Bagaran’daki ev sahibimiz Kohar tavukları salmak, inekleri sağmak ve hayvanları çobana teslim etmek için 5-6 gibi kalkıyorlar. İki köy de tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. Çoğu kendine yetecek kadar; yapılan peynirler, sütler satılıyor. Bunun dışında Bagaran tarafında bir Rus şirketinin genişçe bir tarım arazisi var. Kayısı, domates, patlıcan, karpuz… Bagaran erkeklerinin bir kısmı bu arazilerde çalışmaya gidiyor sabahları; ağır işçiliğin karşılığı Türkiye’deki asgari ücretin yarısı civarında. Üstelik bu şirket köy halkına kapalı olan askeri bölgedeki kimi tarım arazilerini de kullanabiliyor.

Halıkışlak’ta az sayıda arıcılık yapan da var. Cemal Sarıdağ onların çoğunun köy dışından gelenlerin kovanları olduğunu söylüyor. Bagaran’daki bahçelerinde çiçeklenmiş ağaçlarda dolanan bir arıyı gösterip demişti ki Zohrab Ghazarian “Bizim için maliyeti yüksek, buralarda arıcılık yapan yok. Bu gördüğün arı var ya, Türkiye tarafından geliyor. Ne güzel değil mi, gelip bizim ağaçlarımızdan da besleniyor, karşı köyde güzel ballar yapıyor. Bizim topraklarımız için de faydası var arıların gezmesinin. Tohumları dağıtıyor, toprağı güzelleştiriyor. Keşke insanlık da böyle olsa, güzellik yapmak için uğraşsa…” Bir de dileği var Zohrab’ın, bir gün o balın tadına bakabilmek.

Ağacın altındaki bu konuşmayı Halıkışlak’a geçince Cemal Sarıdağ’a aktarıyorum. Çok nüktedan, etrafındakileri kırıp geçiren bir kişi Cemal Abi. Başlayışından belli, bir espri yolda: “O arkadaş bilmez mi ki Türkiye’nin yüzde 90’ı sahtekârdır. Yollarız ona bal, o kendi çiçeği sanır. İçinde kimbilir neler var. Televizyonda görmüyor musun ne kadara bal satıyorlar, içine neler koyup?” Kendi de gülüyor.

“Karşı tarafa çok bakma”

Bagaran’dan Halıkışlak’ı en iyi göreceğiniz yer tepedeki mezarlık. Portreler resmedilmiş o gri taşlara baktığınızda az sayıda 1900 başı doğumlular da görüyorsunuz. Bahçelerin bittiği, yasak bölgenin başladığı tel örgülerin dibine gelince geçen arabalar daha iyi görülüyor Türkiye tarafında, camiden ezan duyuluyor. Belki tam o esnada iki gün sonra konuşacağımız Dursun Karadağ yine köyde işlerini bitirmiş, nehir kıyısında çayını içiyordu. Bizi görünce yanımıza koşmuştu Karadağ, meramımızı anlattık. Küçükken annesinin “Karşı tarafa çok bakma” dediğiyle başladı. “Ben Azeriyim. İnanır mısınız karşıdakilerle bir kelime konuşmanın özlemini duyuyorum. Eskiden Rus’tu, şimdi Ermenistan. Hepimiz insanız ya… Söyleyin bana, karşıda öcü mü var?”

İlginç, gerçekten konu 1915’e, “soykırım”a gelmezse Azerilerin yoğun olarak yaşadığı bu sınır köyünde hep buna benzer cümleler duyuyorsunuz. “Soykırım” dili değiştirebiliyor. Örneğin Karabağ meselesi, bir kez “soykırım belası” diyen gençler tarafından dile getiriliyor. Onlar “sınır mınır” gibi “light” konularla ilgilendiğimiz için de kınamıştı zaten bizi. “Geçmişte kendi yaptıkları yüzünden tehcir edilen” Ermenilere karşı “Tarihçilerimiz uyuyor mu? Siz öncü olun da anlatsınlar” demişlerdi. Gençlerin dili “yaşlılardan”, en azından bizim denk geldiklerimizden farklıydı.

Bagaran’da yaşayan Azeriler yıllar içinde azalmış. 1990’larda köyden Türkiye’ye ilk geçen Zohrab Ghazarian “En yakın arkadaşlarım Azeri olduğu için, İstanbul’a giderken tipik Ermeni bakışıyla gitmedim. Birbirlerine benziyorlardır diye düşündüm” diyor. Karabağ Savaşı sonrası kalan Azeri aileler kendi istekleriyle Bagaran’dan ayrılmış. Oralardan gelen bir iki mülteci Ermeni aile var şu anda.

‘Hemen haddimizi aşıyoruz’

Sınıra, üstelik Türkiye- Ermenistan sınırına bu kadar yakın yaşamanın iki tarafta da her şeyden bağımsız bir ağırlığı var. 2000’lerin ortasına kadar Halıkışlaklılar “Birinci derece kara askeri yasak bölgeye giriş kartı” olmadan ne tarlalarına gidebiliyorlar ne de gece dışarı çıkabiliyorlardı. Eski muhtar Kerim Acar askerlere “Siz bir iki yıl yapıp gidiyorsunuz. Biz sınır yüzünden asker doğup asker ölüyoruz” diyormuş. Gerçi Yasin Sarıdağ gibi “Askeriyenin kalkmasına razı değilim. Askerin botuna kurban olayım” diyen de var. Evi yakın olduğu için Arpaçay kenarında piknik yapmaya gelenlerin tozundan, gürültüsünden şikâyetçi. “Özgürlük Türk milletine uymuyor, hemen haddimizi aşıyoruz” diyor. Bize Kars yöresinden maniler, şiirler okuyor ayaküstü sonra. Halıkışlak ve Bagaran, sınırlar, ulusal kimlik, geçmişle yüzleşme, geleceğe bakma mevzularında bir laboratuvar gibi. Hem bazı şeyleri daha iyi anlıyorsunuz hem kafanız karışıyor. Tarihle hakiki bir yüzleşmeyle acıların biraz olsun dinebileceği, içten bir dostluktan söz edebileceğimiz o gün ise bir köyden diğerine bakmaya benziyor. Hem çok yakın hem çok uzak.

‘Çayı boşver , arak içelim’

Sene 1975-76. Bu su buluşmalarından birinde yemek Türkiye tarafında yendikten sonra Kacik Amca heyetten birinin kulağına diyor ki: “Kendi köyümü, babamın evini görmek istiyorum”. Köyü şu anda Türkiye tarafına düşen, Halıkışlak’a yakın Kilittaş, eski Bagaran yani. Bir düşünüp “Tamam” diyor karşısındaki yetkili; traktöre atlıyorlar.

Aile evine vardıklarında içeride Kürt bir adamın eşyasız odada yerdeki tek kilimde yattığını görüyor. “Biliyorum” diyor adam, “İsterseniz hemen giderim. İsterseniz çay yapayım”. Kacik Amca “Çayı boşver, arak içelim” diyor. O gün hep birlikte rakı içiyorlar; gözleri dolarak anlattığı baba evinde. Onda yer etmiş bir an daha paylaşıyor Kacik Amca bardakları tekrar doldururken. Ev şarabı hafiften boğazımızı yakıyor. Bir gün Tuzluca’da yine böyle karışık heyet birlikte yemek yerken birden dayanamamış, “Beni vursalar da söyleyeceğim” demiş içinden. “Kim bu insanlar, ki beni toprağımdan edip bana misafir muamelesi yaparlar şimdi, kim” demiş. “Tadımızı kaçırma be Kacik Amca” der gibi sakinleştirmişler. Sakinleşse kaç sene sonra bize anlatmazdı bunu.

Sınır açılırsa ne olur?

Geçen yıl kasım ayında Hrant Dink Vakfı ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü tarafından tam da bu sınır meselesi üzerine bir konferans düzenlenmişti. Sunumların bu yıl kitap haline getirileceği “Mühürlü Kapı”, Türkiye-Ermenistan sınırının kapalı ve 1993’ten önce aktif olan Kars-Gümrü tren seferlerinin durdurulmuş olmasının ekonomik, sosyal ve siyasal etkileri üzerine genişçe bir tartışma ortamı sağlamıştı. (http:// hrantdink.org adresinden indirmek mümkün.)

Yapılan saha araştırmasında iki taraf için de dile getirilen bir “yalnızlaştırılma” teması vardı. Coğrafi koşullar zaten tek tek bu bölgeleri ülkelerinin genelinden ayırırken, sınırın kapalı olmasının bir tür ceza gibi algılandığı dile getiriliyordu.

Avrupa’ya açılan yol

Türkiye Ne Bagaran’da ne Halıkışlak’ta sınırın kapalı kalmasını isteyen birine rastladık. Fark şuydu… Kırsalı Sovyet döneminden kapanmış fabrikalarla dolu, emek gücünün ucuz ve ihracat imkânının çok çok sınırlı olduğu Ermenistan tarafında ekonomik gerekçeler daha önce zikrediliyor. Türkiye üzerinden ticaret yapabilmek Ermenistan vatandaşları için bir yandan Avrupa’ya açılan yol demek. Ama laf siyasal, sosyal etkisine geldiğinde kati bir itiraz olmamakla birlikte “Ne değişir?” hissi hâkim oralarda. Bu duygusal küskünlüğü dile getiren Hovik Gevorgian “Birkaç yıl önceki görüşmeler de politik manipülasyon olarak kullanıldı. Onun dışında ilişkilerde çok şey değişmeyeceğini düşünüyorum” demişti. Tarihin manipülasyonuna son verilmeden sınırdan çok şey beklenmemesi gerektiğini söylüyordu.

Halıkışlak tarafında “ticaret” çok önemsenen bir kalem değil. Evinde kaldığımız Cemal Sarıdağ “En fazla hayvan ticareti olur, başka ne olacak?” diyordu örneğin. Kars merkezde ticaret bahsi daha heyecanla konuşuluyor her şeye rağmen.

Yaptığımız bin kilometrelik kara yolculuğu iki köy halkında da “çılgın proje” etkisi yaratmıştı. “Şimdi siz o kadar yolu gittiniz yani?” diye soruyorladı. Asıl “çılgın” olan bizim yaptığımız mıydı acaba? Yoksa mevcut durum mu?

Fotoğraf: Berge Arabian