Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/kose-yazilari/latife-tekin-yine-ucuz-omurleri-yaziyor/

Latife Tekin yine ‘ucuz ömürleri’ yazıyor

Latife Tekin dokuz yıl sonra iki romanla birden döndü, edebiyatında bir üçgen tamamlandı sanki. Hem çağa hem kendi tarihine mesuliyetle “Manves City”de bugünün sanayi bölgelerine, işçilerine, işsizlerine bakıyor. Küresel bir talan manzarasını tarif ederken sınıfın dilini bugünde arıyor.

Bu ülkenin edebiyat topraklarında nevi şahsına münhasır, cins bir bitkidir Latife Tekin. Kaleminin yaprağını, kokusunu tanırsınız; çiçeği varsa da kaktüslerinkine benzer herhalde. Seyrek açan ve gerçek mi emin olamayacağınız bir çiçek.

Kendi hayatı bir romansa, onun bölümlerine denk düşecek bir takibi var Tekin’in romanlarının. Bugün, dokuz yıl aradan sonra, üstelik pek de görülmemiş bir manevrayla okura iki roman birden hazırlamışken daha da billur biçimde görünüyor; edebiyatında biri diğerinden kıvrılan iki yol var sanki. İlki yazmaya başlar başlamaz bir yara kabuğunu kaldırır gibi anlattığı, geldiği sınıfın, göçenlerin, birken sıfırdan başlayanların, sıfırdan biri kuranların, sıfırdan uzaklaşamamaya yazgılı hikâyeleri. Yoksulluk bilgisi. (“Sevgili Arsız Ölüm”, “Berci Kristin Çöp Masalları”, “Buzdan Kılıçlar”)

“Buzdan Kılıçlar”ın anlatıcısı “pılık pırtık adamların” hikâyesine, okuyucusuna bir sır vererek başlıyordu: “Yoksulluk ölüm kadar kesin ve keskin olan tek şeydir ve yoksullar, bu gerçeğin baskısına direnebilmek için, yoksul olmayanların asla öğrenemeyeceği sessiz işaretleri ve gizli dilleriyle yüzyıllardan beri durmamacasına mırıldanıyorlar.”

Manves City, Latife Tekin, 152 syf., Can Yayınları, 2018.

Türkçe edebiyatta yoksulluğun temsilini, bilgisini ve de dilini konuşmaya kalktığınızda Latife Tekin’in ismini anmadan bu bahisten çıkamazsınız. 20’li yaşlarında arka arkaya havale geçirir gibi, o ateşte ve hızda yazdığı “Sevgili Arsız Ölüm” ve “Berci Kristin Çöp Masalları”, okuyanı da bu sayıklamanın aklına ve ritmine sokan romanlardır. “Sevgili Arsız Ölüm”ün cinleri oranızda buranızda bitiverir, bir kente göç tragedyasını yoksulların o gizli mırıltılarıyla okursunuz. Bir çöp tepesiyle sanayi bölgesi arasına yoktan kurulan gecekondu mahallesini anlattığı “Berci Kristin Çöp Masalları”nda, hakiki, karakterlerine hakikatli, aynı zamanda haylaz da olabilen bir dilin hayatına sokar bizi. “Buzdan Kılıçlar”da pılık pırtık adamların para peşindeki hazin macerasını, onlardan yoksulluklarının keskinliği kadar serseriliği de hatmetmiş bir anlatıcıdan dinleriz.

Latife Tekin’in edebiyatında ikinci patika ise üzerinde gide gele, hesaplaşa hesaplaşa açılmış. Neyle? Misal bir dönem parçası olduğu örgütlü solla, sonra dille inşa edilebilen iktidarla… (“Gece Dersleri”, “Aşk İşaretleri”) Bunun ardından da yüzünü doğaya döndüğünü söylediği, insanın iç ormanlarına bakarak sorguladığı bir devri var. (“Ormanda Ölüm Yokmuş”, “Unutma Bahçesi”, “Muinar”). Başka türlü bir göç.

Şimdi elimizde iki romanın “Manves City” ile “Sürüklenme”nin duruşu, Tekin’in edebiyattaki iki yolundan yapılmış, ikisini buluşturan bir üçgen gibi sanki. “Manves City”de, doğanın da hepten tahribatı pahasına, siyasi manipülasyonlarla azmanlaşmış bugünün sanayi bölgeleri ve erittiği yoksullar var. Hemen yan kasabada geçen “Sürüklenme”, orada olup bitene bir noktada değiyor ama değmediği kısmıyla daha fazlasını anlatmaya meyilli. Bir yanıyla zihniyetleri, gayeleri STK’laşmış, hatta şirketleşmiş “eski solculara” dair sorular soruyor, bir yandan isimsiz, cinsiyetsiz kahramanının hem fiziken, hem felsefi manada sürüklenişini takip ediyor.

Sürüklenme, Latife Tekin, 192 syf., Can Yayınları, 2018.

İlk 17 yaşındayken çimento fabrikasında çalışmaya başlayan Ersel’in iş yerinde hakkını ararken üzerine atılan suç yüzünden beş yıl geçirdiği cezaevinden çıkışıyla başlıyor, “Manves City”. Ailesi mevsimlik tarım işçisi, çadırlarda büyümüş; onun serpilmesiyle yaşadıkları Erice’nin sanayileşmesi denk hızda gitmiş. Ama o son beş yıl, bırakın Ersel gibi içeridekileri, dışarıdakilerin bile açık gözle takip edemeyeceği bir hızda hiç bilmedikleri bir şeye dönüştürmüş ilçelerini. Dağın taşın adı değişmiş, kasaba kasabalığını kaybettiği gibi, adı Manves City olurken şehre değil, bir şehir distopyasına dönmüş. Ekili alanı neredeyse hiç kalmayan Pırasa Ovası’ndan, tekinde on binlerce işçinin çalıştığı, dev holdinglerin hangar gibi fabrikaları bitmiş. Bildikleri fabrikalara da benzemiyorlar. Uydurulmuş verimlilik sistemleriyle çalışanın yükünün daha da arttığı, konuşmanın, tuvalete gitmenin mesele olduğu, robotlaşan, robotlaştıran kale gibi fabrikalar bunlar. Patronla selfie, “her işe koşan işçi” zamanları… Şirketler açtıkları meslek liselerinde kendi elemanlarını yetiştiriyor. Vasıfsız işçiye nefes reva görülmeyen bir açık havaya çıkıyor yani Ersel. Böyle tıksırarak ve gördüklerine afallayarak hem yeni bir iş hem de üvey kızını arıyor.

Kafasında “Sürüklenme”nin fikri dolanırken, tekrar yoksullar üzerine yazmadan, başka bir şey yazmamaya karar vermiş Tekin. Bir tür mesuliyet hissi var burada; hem çağa, hem kendi tarihine karşı. Sanayi bölgelerini geziyor, işçilerle konuşuyor, kafasında “Manves City” pişiyor. Bu arada çok zor bir iş yaparak dili, dünyası aslında farklı iki romanı aynı anda yazıyor.

BUGÜNÜN YOKSULLUĞU

1980 öncesinden başlayarak işçi sınıfı, kent yoksulları Tekin’in romanlarından takip edildiğinde “Manves City”deki dil, daha doğrusu bugünün yoksulluğundan Tekin’in çıkardığı dildeki çoraklık, kütlük, edebiyattan fazlasının mevzuu aslında. Nüktesini, rengini, en azından öfkeyi diri tutmak, onlara bu hayatı yaşatana efelenmek için var olan özgüvenini yitirmiş bir gizli dilden konuşuyor yoksullar bu kez. En ağır koşulları dahi dayatsa iş bulabilmek, bir işi tutabilmek artık nadir hale gelmiş. Sendika, örgütlülük ufalanmış. Dönecek bir köy evi, işleyecek tarla, bakılacak hayvan kalmamış. Hem çalışabilende hem işsizde kesif bir küskünlük. Bu “kendi gözünde bile kıymetsiz hissedişin” ardında, eşitsizliği derinleşen, kendi açmazlarını işçilerin çalışma koşullarını daha da ağırlaştırarak, esnekleştirerek, güvencesizleştirerek çözmeye çalışan bugünün kapitalizmi var. Yoksulu öteye süpürmek, itmek istemiyor bugünün düzeni. Emeğini her daim olduğu gibi sömürürken, bir de hiçleştirmek, benliğini hepten yok ederek kendini insan gibi hissetmemesini istiyor.

Bu hal ve gidişin romandaki bir uzantısı da üfleseniz dağılacak aileler, parçalanmış sosyal ilişkiler. Herkes herkesin üveyi Erice’de. Bu bir tür savruluşu işaret ediyorsa da, aynı zamanda her şeyin ortasında yeşeren başka tür bir dayanışmanın da kaynağı. Kan bağına dayanmayan bir kardeşliğin, eş, sevgili, aşık olmadan birbirinden mesul hissetmenin imkânı, “Manves City”nin sunabildiği en güçlü umut. Bir de her şeye rağmen güçleri ve dirayetleriyle kadınlar var. Ne kadar güçlü bir umut bu? Pırasa Ovası mahvolup bir dev fabrikalar şehrine dönmezden evvel, oralardaki mevsimlik işçiler derlermiş: Ucuz ömrün kahkahasına gözyaşına kıymet biçilmez. Bu umudu da ölçmek zor ama ucuz ömürlerin daha ucuzladığı kesin.