Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/beterotu/sefilligin-guzellige-tercumesi/

Sefilliğin güzelliğe tercümesi

Selen Erdoğan / Express

Beterotu’nda yer alan “Plazada Huzur” hikâyesi kanımca Öğünç’ün diğer metinlerini okurken akılda tutulması gereken bir soruyu barındırdığı için ondan başlamak gerekiyor. Diğer metinlerde de karşılaştığımız gözleyen anlatıcı ses sanki özellikle bu hikâyede şimdiye kadar yaptığı şeyi, dünyaya bakıp onu temsil düzeyine taşırken güzellik arayışında olmanın kendisini masaya yatırıyor.

Bu hikâyede plaza çalışanı anlatıcının sentetik şehrin ortasında, plazanın içinde kendi gözüne görünmeyen güzellikleri gösteren bir başka beyaz yakalı ile yaşadığı romansı okuyoruz. Etrafı gözleyen anlatıcıya yeni bir perspektif kazandıran bir suç ortağı beliriyor. Yaşadığı bu yakınlıktan güç almasına rağmen anlatıcının kafasına takılan temel bir soru var. Öğle aralarını şehrin ortasında bir vaha gibi duran, ancak kimsenin farketmediği terkedilmiş bir evin otları iyice kabarmış bahçesinde geçirirler; gün içinde kimse farketmeden derin bir nefeslik, iki şarkı dinlemelik, yalnız mola verebilecekleri boş bir oda vardır; bir depo kapısının önündeki beton basamağa çıkınca sadece bulutların göründüğü bir aralık keşfederler; merdiven boşluğundaki buzlu cama vuran güneşin günün hangi saatinde gökkuşağı oluşturduğunu bilirler. Bunların hepsini anlatıcıya yeni arkadaşı göstermiştir. Onu kendi oynadığı oyuna dahil etmiş, koşturmacayla, biraz da bıkkınlıkla geçen günlerini ferahlatmıştır. Ancak yeni öğrendiği bu oyunda aklını kurcalayan bir şey vardır. “Dünyanın bu sefil halinden güzellik çıkartmaya çalışmak, çirkinliklerini düzeltme arzumuzu erteliyordu sanki. Bu yüzden de hep daha beteri çıkıyordu önümüze. Bir yandan dünyanın bu sefil halinden güzellik çıkarmaktan daha büyük bir meziyet var mıydı, emin değildim” der.

Anlatıcının sesini yazara yakın düşünmeden ve “beterotu nedir ki” sorusunu sormadan edemiyorum burada. Acaba Öğünç için de edebiyat, dünyanın sefil halinden güzellik çıkararak hayatı sürdürmenin öyle ya da böyle yolunu bulduğumuz bir mecra mı? Bu sefil halin kaydı tutuldukça, bu kaydı okudukça öfkemizi bir nebze dindiriyor olmakla gözden kaçırdığımız bir ihtimal mi var? “Çimento” hikâyesinde adı bir an belirip kaybolan beterotu çiçeğini sefilliği güzelliğe tercüme edebilme kapasitesi olan bir dil olarak tarif edebilir miyiz? Bu dili öğrenip kullanmanın yatıştırdığı huzursuzluğa aslında ihtiyacımız mı var? Belli ki bu sorular yazarın kafasını kurcalıyor ve yazı serüveni de buradan besleniyor. Bu serüven nasıl başlamış diye düşünüyor insan, bu sorulara nerelerden geçilerek varılmış olabilir?

Görme inceliği ve öfkenin muhafazası

Öğünç’ün kısa biyografisinde henüz 22 yaşındayken “bir haber dergisindeki iş görüşmesine yazdığı hikâyelerle” gittiğinden bahsediliyor. Habercilikle hikâyeciliğin birbirinden ayrı durmadığı bir dünyası olduğunu anlıyoruz böylece yazarın. Başka bir yerde “içimde tek vana var” diyor, demek ki hikâye de, haber de aynı kaynaktan çıkıyor. Gazetecilikteki idealin peşinden edebiyatta daha da özgürleşerek gidiliyor. Kim bilir, Öğünç için gazetecilik edebiyata yol verdiği ölçüde mümkündür belki.

Radikal’deki köşesini çeşitli meslek erbaplarının tanıklıklarına ayırmıştı: ağdacı, ambulans şoförü, ayarcı, seyyar salıncakçı, jinekolog, tüfekle balon patlatmacı gibi, çoğu çocukken ne olacaksın sorusuna yanıt olarak verilen kategoriden sayılmayan iş kolları. Bu iş erbaplarının hikâyelerini toplayan yazarın bakışında, her gün aynı işin başına oturan, hayatlarını bir işin ustası olmakla geçirip bitirmekte görünmezleşen insanların farkına varan bir incelik var. Bu ince göz, edebiyatın sağladığı imkânlarla özgürleşerek, kendini de hikâyenin parçası kılarak hikâyelerini hayal ettiği karakterlerle eşitleniyor olabilir mi? Bu görünmezleşmiş hayatların hikâyesini bu şekilde dinleme ve kaydetme inceliğinde radikal bir damar olabilir mi?

Bir konuşmada duymuştum, bir aktivist “eğer radikal olmak istiyorsanız başkalarını dinleyin” demişti. Çektiği kısa belgeselden parçalar göstermişti. Annesi sınırdışı edilmek istenen 13-14 yaşlarında bir kız çocuğunun hikâyesini çocuğun kendi perspektifinden, onun hayallerini kaydederek anlattığını vurguladığı konuşmayı böyle bitirmişti.

Başkalarını dinlemek, “noksan”larla yaşayanları görmek, gözlemek… Ötekine bakmak, onun sesini yükseltmek… Pınar Öğünç’ün yazarlığını da böyle okuyabiliriz. Beterotu’nun tezgâhtar kadınlarını, motoruyla getir-götür işleri yapan gençlerini, garsonlarını, kasiyerlerini, İnce İş’teki meslek erbaplarını ya da Aksi Gibi’nin otoyol kenarı seyyar satıcılarını, köpek gezdiricilerini dinlemekte görünmezleşmiş olanın sesini yükseltme jesti var. Ancak sadece bu değil. Görmemekte direten, kör olana yönelik bir öfkeyi muhafaza etme gereğine inanmış bir başka ses de eşlik ediyor bu karakterlere. Gözleyen, bakan bir ses. Hem etrafına hem de kendi öfkesine. Gözleyenle gözlenenin bir tahterevallinin üzerinde karşılıklı inip çıkma ritminde söyleştiği hikâyelere yöneliyor Öğünç’ün yazısı. Bu iniş çıkış ritminde yazarın karakterlerle an an eşitlendiği bir düzlemi kurup bakışlarının birbirini kestiği ânı da kaydediyorlar. Bu hikâyeleri böyle anlatmanın güzelliğine eşlik eden radikal bir damar olsa gerek.

Express, sayı 170, Güz 2019