Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/beterotu/beterin-beteri-varsa-yeteri-de-var/

Beterin beteri varsa yeteri de var

Sevilay Çelenk / DUVAR

Beterin beteri varsa yeteri de var diyesi geliyor insanın. En beterindeyiz. Artık yeter. Her yere sinmiş bir kokuşmuşluk. Umudumuz İstanbul seçiminin bu beter kokuyu silip süpürmesinde…

AKP’li Nurettin Canikli Giresun’da yaptığı bir konuşmada, Ekrem İmamoğlu’na karşı verilen mücadelenin, Topal Osman Ağa’nın Kurtuluş Savaşı döneminde Karadeniz’in Pontuslaştırılmasını amaçlayan hainlere karşı verdiği mücadeleye benzediğinden söz etmiş! İstanbul’da Giresunlu nüfusunun yoğun olmasıymış bu şuursuz konuşmanın sebebi. İstanbul Pontus olmasın diye Giresunlulardan oy istiyor Canikli efendi.

Bu izan yoksunu propaganda dilinin tümden geri tepmesi için bir Ekrem İmamoğlu’nun duru yüzüne, bir de AkaPella korosu üyelerinin “sıfatına” bakmak yeter de artar bile. Tek sesli AkaPella korosu üyelerinin balatalarının cayır cayır yanmasının ve ırkçı iftiralara sarılmalarının sebebi de bu herhalde. Bu hafta siyaset alanındaki sefil seviyeye bu örnek yetsin. Yoksa “beterin beteri” namına örnekten bol ne var?

Maksadım bu beter rotadan kentsel dönüşüm mevzuuna açılmak. Oradan da bugünkü yazıma esin veren tatlı bir edebiyat olayına bağlarım konuyu. Olur biter. Zaten canım sıkık… Yumurta neyim kokmasın diye, bulaşık makinası sepetinin parmaklıklarına saplanmış yarım limon gibiyim bugün.

Epeyce uzun bir zamandır emlak işiyle ilgileniyorum. Satılık, kiralık, yazlık, kışlık, airbnb, birkaç günlük, sezonluk demeden bakabildiğim tüm evlere bakıyorum. Ankara’da olanların hard kopyalarını, geri kalanının da soft kopyalarını dolaş babam dolaşıyorum. Memleketin Hazar Gölü kıyılarından başlayıp Macar’ın Balaton gölü kıyılarından çıkıyorum. Arada Okinawa’da bile ev arıyorum. Oysa kahrolası İbişler sayesinde bir pasaportum bile yok. Bazen Malta Adası’na uzanıyorum. Biliyorsunuz bu Maltese Falconlar İngilizce konuşuyor. Malta’ya bir gidebilsem hiç yabancılık çekmem. Pasaportlarımızı verin Allahsızlar!

Surinam olsun, Seyşeller olsun tabiatıylan kapsama alanımda. Zaten Surinam’da bir arkadaşımız da var. Uygun bir ev ya da kulübe bulsam, onu arayıp “Şu eve bir bakıver Tülay” da diyebilirim. Hayır herhangi bir mülk satın alacağımdan ya da kiralayacağımdan değil, hiç öyle bir imkanım yok. Sadece bu tür etkinlikler tıpkı tavla filan oynamak gibi, iyi geliyor bana. Eşyalı eşyasız evler, başka dünyalar, başka enteresan mutfaklar, salonların ortasındaki saunalar. Böyle böyle kafa dağıtıyoruz. Kumarbaz mı olsaydım?

Gerçek ya da sanal emlak piyasasında arzı endam etme tutkum sayesinde, bilhassa Ankara ve İstanbul’un kentsel dönüşüm evleri konusunda uzmanlık mertebesinde bilgi sahibi oldum. İnanamazsınız ne yalanlar, ne dolanlar dönüyor oralarda. Bir binaya bakıyorsunuz mesela, ev sahibi ya da emlakçı, “Binadaki son daire” diyor. “Hemen alın, yok böyle bir fırsat” diyor. Dışarı çıkıp etrafı kolaçan ediyorsunuz, gerçekten de bazı pencerelerde perde bile var. Bazı balkonlarda saksılar, Atatürk çiçeği ve sardunya! Ama biraz polisiye seviyorsanız ve bir parça şüpheciyseniz, sardunyaların laylon, perdelerin tek adam rejimince üretilmiş olduğunu, bir örnek “giydirme” olduğunu görüyorsunuz. Sonra tam iki yıl geçiyor, tekrar rastlıyorsunuz aynı daireye, hâlâ satılmamış, hâlâ “son daire,” hâlâ son fırsat… Son fırsatlar ülkesi. Koçum benim. Yanılıp da satın almış veya kiralamış olsanız, iki yıldır inin cinin top oynadığı bir binada bir başınıza yaşıyor olacaktınız. Isınmak ayrı dert, güvenlik ayrı.

Neyse işte, bu kentsel dönüşüm yapılarının birçoğunun neden hayalet binalara dönüşmeye mahkum olduğunu da gözleme fırsatı buldum. Çoğu zaten maksimum kat sınırında olan ve yeni bir kat çıkılamayacak olan bu eski binaların yerlerine yenilerinin inşası hiç de kolay değil. Zira kat malikleri bir binanın inşaat masraflarını ve müteahhitlik hizmetlerini tümüyle karşılayacak bir parayı ceplerinden çıkarıp vermek istemiyor. Bunun yerine, kendi dairelerinin küçülmesine ve böylece birkaç dairenin müteahhit kişiye kalmasına razı geliyorlar. Daireler kutucuklaşıyor, balkonlar Fransızlaşıp yok oluyor. Ucubik dubleksler yaratılıyor. Kimisi zarif görünümlü olsa da, birbirinin aynı ve kişiliksiz binalar kaplıyor her yanı.

Bu binalardaki 50 ya da 60 metrekarelik dairelerin kapısını açtığınızda, küçümen bir mutfak içinde heyula gibi bir kombi karşılıyor sizi. Ayakkabılarınızı çıkarırken boynunuza atlamadığı kalıyor kombinin. Buraya salon diyorlarsa da esasen orta boy bir mutfaktasınız. Alt ya da üst katta yer alan ebeveyn banyolu küçücük yatak odalarıyla hiçbir geleneğimize uymadıkları gibi, Pontus Rum filan da olmayan bir “Evbark” kültürü vaat eden daireler. Yanılıp bir misafir çağırsanız, yatağınızın üzerinden atlamadan tuvalete gitme şansı yok bu misafirin. Belki zaten artık başkasının evinde tuvaleti kullanmama kültürü de geliştirilmelidir. Hatta başkasının evine de gidilmemeli. Misafirlik mi kaldı, kaçıncı fasıldayız? Aman ya, fasıl da nereden çıktı. Kaçıncı asırdayız diyecektim.

Bu kentsel dönüşüm kutucukları, yerli ve milli kültürümüze açıktan bir saldırıdır. AKP’nin bizzat gerçekleştirdiği ve bilhassa İstanbul’u hedef almış bir saldırı. Arkasında Pontus Rum, Ermeni, Kürt, Alevi ya da LGBTİ+ aratıp hedef şaşırttıklarına bakmayın. BOB (Büyük Ortadoğu Betonu) procesidir bu. Şehirlerimiz, parklarımız, bahçelerimiz ve aile apartmanlarımızla birlikte beton edecekler bizi de. Aha buraya bir çentik atıyorum. On yıl sonra, beş beter olmamış ya da külliyen betona dönüşmemişsek, oturur konuşuruz.

BETEROTU

İşte bu beton, baton ve toton kültürünü düşünüp dururken, Pınar Öğünç’ün şahane öykü kitabı Beterotu’na yakalandım. Doğrusunu söylemek gerekirse öyküler beni epeyce mahcup etti. Zira ben böyle kutucuk kutucuk beton binalara bakıp, “Türkiye’yi beton ettiler” diye esef ederken, yani deyip diyeceğim bu noktada tıkanıp kalmışken, Pınar Öğünç kentsel dönüşüm faciamızı çok farklı veçhelerinden görmüş. Kentsel dönüşüm mantığına uygun bir biçimde yıkılıp yeniden inşa edilmiş yeni bir binanın tıkanmış lavabosundan girmiş, iş cinayetinden, para hırsından, başkalarının hayatı ve emeği üzerine çöreklenmiş orta sınıf yaşam kültüründen ve ahlakından çıkmış. Tek satırda belli belirsiz geçen, kendi deyimiyle kitapta birkaç saliselik ömrü olan bir “beterotu”nu burnumuza tutarak, kokusunu bastırmaya çalıştığımız cinayetlerle yüzleştirmiş. Sanırım Joyce Carol Oates hikayelerinden bu yana okuduğum, sıradan hayatların sıradan ayrıntıları üzerine konuşlanmış en irkiltici öykülerden biri bu öykü. Üstelik Beterotu herhangi bir öykünün adı bile değil. Tüm kitaba o birkaç saliselik anda yayılmış bir koku…

Pınar Öğünç’ün gazeteciliğinden ve kişiliğinden bildiğimiz incelik ve hakikilik, öyküleri de sımsıkı kuşatan bir incelik ve hakikilik. En başta bu söylenmeli. Beterotu’nu okurken yazarın kendine ve hayata dönük dürüstlüğünün müthiş bir gözlem gücüyle birleştiğini ya da bu olağanüstü gözlem yetisinin zaten o dürüstlükten beslendiğini seziyorsunuz. Beterotu neoliberal politikaların metropol keşmekeşiyle el ele yol açtığı “sıkışmanın” farklı görünümlerini ve farklı kuşaklardan kadınların ya da erkeklerin hayatlarındaki tezahürlerini, kısacık zaman aralıklarına yerleşerek ustalıkla hikaye ediyor.

İç giyim mağazası satış elemanı, plaza ya da avm çalışanı, memur ya da restoran işçisi, her bir karakter, bu hayatları çok içeriden tanıyormuş hissiyatı veren bir etraflılıkla görüş alanımıza getiriliyor. Beterotu’nda bu hayatlara, politik bir derinlik kazanmış ve kendi açmazlarına, mutsuzluğuna ya da mutluluğuna, umutlarına ya da umutsuzluğuna epeyce mesafelenmiş bir bakış odaklanmış. Dupduru, sade, süssüz püssüz bir hikayecilik. Gerçekliğin imkan tanıdığı fantastik tahayyülle de aynı sadelikle buluşmuş özel bir bakış.

Karakterler; bir kurye, Orhan Kemal romanlarından fırlamış gibi bir Filiz, rakı bardağından su içmeyen Ender, düş gücünü yerlerde bulduğu notlar üzerinden bileyen bir adam, Kamuran’ıyla birlikte kendi yolunda bildiği gibi yürümekte direnen bir Ceylan. Whatsapp uygulamasının bir fonksiyonuna bir an takılıp kaldığı için, aslında hiç de ilgilenmediği eski bir sevgiliyi saplantılı bir dikkatle takibe başlayan bir başkası… Aslında hiçbiri “fazla” bir şey yapmıyor bu karakterlerin. Yeni ya da fazla olan şey, birinin bu sıradan hayatlar içindeki obsesyonları, küçük intikam girişimlerini, kendine has çareleri, ya da çaresizlikleri görmüş olması. Orta ya da alt orta sınıf çareler, çaresizlikler ve bunların içindeki yine son derece çağcıl ve sınıfsal olan “kaçak avlanmalar”. Plazaya sıkıştırılmış “insancık,” boş bir toplantı salonundaki koca masanın altına arkadaşı ile dakikalarca uzanarak başka bir zamanı ve dünyayı “avlıyor”. Ancak asansöre binmeyip merdivenleri tırmandığında görebileceği ışık huzmelerini de…

O klostrofobik dünyalarda kaçak avlananların gerçek ve fantezi arasındaki “buluşları,” kurtuluşları, çok yaratıcı ve çok doğal… Belki de aslında kurtuluş filan da değil, imkansızlıkları ve sıkışmışlıkları askıya alan bir var olma hali. Kendini var etme hali, acılaşmama, marazlaşmama çabası. Öyküler bu sayede tam da Pınar Öğünç’ün istediği gibi kafanın içinde dönüp duracak bir girdap başlatıyor.

Beterin beteri konusunda da şöyle diyor sevgili Pınar Öğünç “Beterotu, malum Türkiye’nin hiç de aydınlık olmayan bir zamanında yazıldı. Çok insanın hayatı başından ucuna cebren değiştirildi. Bu defa cebrin ortasında kendini tekrar aramak, kendinde diretmek bir direnişe benzemeye başladı. Umuttan çok fazla konuşulan, ‘beterin beteri var’la sakinleşilen zamanlardı.”

İşte böyle, Beterotu’ndan dolanıp gelince, beterin beteri varsa yeteri de var diyesi geliyor insanın. En beterindeyiz. Artık yeter. Her yere sinmiş bir kokuşmuşluk. Umudumuz İstanbul seçiminin bu beter kokuyu silip süpürmesinde…

https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2019/06/06/beterin-beteri-varsa-yeteri-de-var/