Pınar Öğünç / https://www.pinarogunc.com/yazi/beterotu/aksi-gibi-beterotu/

aksi gibi, beterotu!..

Mustafa Sütlaş / Bianet

“görmeyince inanmayacaksınız biliyorum, ‘olmaz’ diyeceksiniz, haddimi aştığımı, kendimi bir halt zannettiğimi düşüneceksiniz. niyeyse bülent ersoy taklidi yapanlara gösterdiğiniz hoşgörüyü benden esirgeyeceksiniz.”

yaşadığımız her şey daha beter! ama beterin de beteri var

işte burası tam da bizim durduğumuz nokta: “beterin beteriyle tehdit ediliyoruz!”

hem de sıradan bir günü, o günün içinde sıradan olayları yaşarken. üstelik her yerde ve her an! inanmayacaksınız ama otlu ya da otsuz fark etmiyor!..

yerseniz yani. ama yememek de çok kolay değil.. yine de neden çaba sarf etmemeli?

ot o ‘beter’i hem niteleyen, hem de bize sağlayan bir varlık, bir nesne. ama hem yemenin hem de yememenin bir imkânı… çünkü bir zamanı, daha doğrusu zamanları var.

bunları yazdım. siz de anladınız! ne anladığınızı bilmiyorum. ama anladınız, onu biliyorum.

önceden haber vereyim: “beterotu” diye bir ot yok. ama bu adı taşıyan bir kitap var.

yeni yayımlandı. sevgili pınar öğünç‘ün ikinci öykü kitabının adı bu. ve bu yazı ile içindeki söyleşi ona dair.

bu kitaptan yayınlanmadan önce, daha yazıldığı sırada haberdardım, çünkü sevgili pınar ‘gazetecilik’ ortamlarında merhabamız olan bir arkadaşımdır.

ama sevgili öğünç’ün ondan tam beş yıl önce yazdığı “aksi gibi” adlı öykü kitabından, ‘beterotu’nu okuduktan sonra haberdar oldum.

ikisini de ardı ardına okudum, toplam ’29’ hikâyesiyle onun edebiyat dünyasında yaptıklarından birazcık da olsa haberdar oldum diyebilirim.

yorumumu en başta söyleyeyim: çok şaşırdım ve çok mutlu oldum.

çünkü içinde olduğumuz anda yaşadıklarımızı, tanık olduklarımızı, bunların failleri ve yapanlarını, yani her an çevremizde gördüğümüz, her birinin içinde kendimizden bir parçanın bulunduğu kurgusal ama en az kendimiz kadar gerçek kahramanlarını ve başlarından geçenleri, ama daha çok da yaptıklarını anlatan, tüm bunları kızmadan, sinirlenmeden, bağırmadan, yer yer onları anlayacak unsurları özellikle görünür hâle getirerek bizlere sunuluyor bu 29 öyküde.

‘aksi gibi’

başından başlayarak sıralarsak, ilk kitap ‘aksi gibi’de yer alan ‘i love şermin‘de iki arkadaş ali, servet’in başlarından geçen ve onlardan birisinin yaşadığı finlandiyalı turist ‘sue’ namı diğer şermin’le yaşadığı tek taraflı aşkı, ‘sağ göz’de yerinden çıkan bir gözün peşindeki gözün sahibinin başından geçenleri, ‘hayvan kaynakları’nda bir köpek gezdiricisiyle, bir insan kaynakları elemanının bir parktaki bir akşamüstü yaşamlarına ve düşündüklerine dair paylaşımlarını, ‘paket lastiği’nde lüks bir mağazada çalışan orta hâlli bir ailenin 29 yaşındaki kızı sevda’nın ‘asfalt ucuz ayakkabıyı bilirdi’ gibi muhteşem bir aforizmayla ifade edilebilecek kısacık bir ana denk gelen hâlini, ‘salacak’ta titanic’te bir teknede çalışan bir gençle, başı bağlı bir kızın boğaz kıyısında yaptıkları bir gezintiyi, oğlanın bu sırada kızın saçını görmek istediği o anı,‘vücut a.ş.’de bir çiftin bir lokantada yemek yedikleri sırada, kadının apandisitinin patlamasıyla başlarına gelenleri ve beraberliklerini sorgulamalarını, ‘sevgi sitesi’nde ailesi yazlıkta olan bir üniversite öğrencisi erkekle okuldan kız arkadaşının birlikte kaldıkları tek geceyi ve bıraktıkları izleri, ‘sokak kasları’nda üç komşu kadının bir parktaki cimnastik aletlerinde spor yaparken kendilerini taciz eden bir erkeğin nasıl hakkından geldiklerini, ‘kalıcı makyaj’da ‘korkmak sizin en doğal hakkınız” diyen bir dolmuş şoförünün sürdüğü her an bir kazanın yaşanabileceği bir dolmuşta yolculuk eden insanların gündelik konuşmalarını, ‘platonik’te bir apartman dairesi kapısının, o dairede oturan ev sahibi kadına olan aşkını, ‘bir derdimiz mi vardı’da ardında birisinin olduğunu düşünen bir kadının ‘yok saymaya’ dair hezeyanını, ‘bülent ersoy taklidi‘nde yazmaya hem de iyi yazmaya çalışan bir yazarın yazdıklarına ve yazdıklarının algılanışına dair duygu ve düşüncelerini, ‘evde yokum’da bir kişinin evini kendisi gibi bir özneye ve bir varlığa dönüştürmesi ve ötekileştirmesini, ‘köşkteki kumanda’da bir feribotun yolcu salonundaki tv’de hangi kanalın izleneceğine dair bir tartışmayı ve tv kumandasını kaptan köşkünde, kendi yanında tutan kaptanın bunu neden yaptığını, ‘montevideo ve penambuco limanı arası’nda yıkılan bir apartmanın yıkıntısında bulunan bir fotoğraf ve bir mesafe rehberinin onları bulanda düşündürdüklerini, ‘nadide’ye muhterem’de ayten ve muhterem’in evlerinde yaşadıkları ve yaptıklarını, ‘900 saniye’de gerçek saate değil de geriye ayarlanan bir saat ve kaybolan bir kapı anahtarı yüzünden bir sabah yaşananları, yapılan ve yapılamayanları, ‘soğuk ama girince alışıyor insan’da bir tatil yerinde plajdaki bir aile ve burada elişi ürünler satan yörük dudu teyze’nin anlattıklarını, daha doğrusu çevirdiği filmi, ‘sayın d1 blok sakinleri’nde zemin kattaki dairede oturan birinin üst katlarda yaşayan daire mukimlerine yazdıkları bir tehdit mektubunu okuyup, günlük yaşamda üzerinden durmadan geçtiğimiz ama aslında her birinde derin anlamlar ve öğretici dersler bulunan, sizleri okurdan birer kahramana dönüştüren hikâyelerin içinde yaşıyor olabilirsiniz.

ve ‘beterotu’

ve sonrası sevgili pınar öğünç’ün yeni hikâye kitabı ‘beterotu’nda sürüyor. bu kitapta yer alan on hikâyede anlatılanlar ise şöyle:

‘tanga mevsimi, karnabahar mevsimi’nde iç çamaşırı satan bir dükkânda çalışan filiz ve macide’nin karşı kaldırımdaki afiyet ev yemekleri lokantasının servisini yapan ilyas’la, ilyas’ın lokanta sahibi hayrettin bey, eşi muazzez ve kızları gülsüm’le ilişkilerini, daha önce bindiği ilyas’ın servis yaptığı motora binen muazzez’i nasıl ispiyonladığı anlatılırken, ‘bir ileri, iki geri’de aynı apartmanda oturan, birbirlerinden çok farklı ender ve hüseyin’in oturdukları sitenin bahçesinde hazine ararken yaşadıkları dile getiriliyor ve kapımızın dibindeki şiddete dikkâtimiz çekiliyor ve şiddetin ne kadar yakınımızda olduğu içeriden hissettiriliyor.

‘plazada huzur’da ise aynı iş yerinde çalışan biri erkek, diğeri kadın iki insanın bir çeşit jungle olan o ortamda buldukları ve kendilerini mutlu eden, aslında bu jungle’ın hiç de sanıldığı gibi alt edilmez bir dev olmadığını, onda da pekâlâ boşluklar, hava alma ve yaşamı mümkün kılma delikleri olabileceğini, ya da ‘çimento’da bir iş kazasının, o kazanın olduğu apartmanda olanları nasıl etkilediğini, veya ‘ağ tercihleri’nde kısa da olsa bir beraberliği yaşayan iki insanın sanal ortamın bazı unsurları sonucu bir araya gelmesi ve ilişkilerinin seyrini okuyup kendinizle koşutluklar kurabilir veya yaşadıklarınızı sorgulama konusunda önemli ip uçları ve imkânlar yakalayabilirsiniz.

kitabın altıncı hikâyesi ‘hususi hayat’ta ise mütekait enver hulusi bey’in sokakta bulduğu kağıtlarda yazanlarla başka insanların hususi yaşamlarına nasıl girdiğine şaşırabilir, ‘ağrı eşiği’nde aslında birbirlerini çok da sevmeyen iki kız kardeşin, güneş ve ve yıldız’ın bir ‘ağrı’nın eşlik ettiği yaşam yolculuklarına tanık olabilirsiniz.

‘neyin tek sahibisin lan’da ise sıradan bir uzun yol otobüs yolculuğunda yaşanan bir anın yol açtığı ‘toplumsal heyecan ve hezeyan’ı iliklerinize kadar hissedebilir, ‘ses tuval üzerine yağlıboya’da bir mahallede çalan ne olduğu belirsiz bir alarmın sesinin yol açtığı aslında o sesin bu yüzden mi çıktığından emin olamadığınız ‘facia’ları yaşayabilir, ‘ceylan ile kâmuran’da da bir kızla bir domuz yavrusunun heyecanlı yolculuğuna eşlik edebilirsiniz.

yazı, yazmak ve yazan üzerine

tüm bunları okumadan önce sevgili pınar öğünç’ün bu hikâyeler, edebiyat ve yazma konusunda söylediklerini aşağıda okuyabilir, onun içtenliğini, naifliğini, gerçekliğini ve dert ettiği konulardan haberdar olabilirsiniz.

edebiyat kuşkusuz bir kurgu sanatı öncelikle; ama onun olmazsa olmaz tamamlayıcısı insanı duymak, anlamaya çalışmak, hadi ‘bilmek’ demeyelim ama sorgulamak olduğuna bir kez daha anlamamızı sağlayan sevgili pınar öğünç’ün sürdürdüğü bu ‘anlatı dünyasında’ güzel, anlamlı yeni yapıtlar dileyelim ve ona kulak verelim. ama önce onun ‘bülent ersoy taklidi’ndeki şu sözlerinin üzerinde bir daha düşünelim:

” ve karşınızdayım. şimdi size bir boris vian taklii yaparım aklınız durur, bilmediğiniz bir vian öyküsü sanırsınız. yetenekse yetenek. kafanız karışır, bir başka öykü için ‘bu sabahattin ali miydi?’ diye sorarsınız. yeterince taklidi yapıldı ama kafkaesk atmosferde üzerine yoktur. görmeyince inanmayacaksınız biliyorum, ‘olmaz’ diyeceksiniz, haddimi aştığımı, kendimi bir halt zannettiğimi düşüneceksiniz. niyeyse bülent ersoy taklidi yapanlara gösterdiğiniz hoşgörüyü benden esirgeyeceksiniz. iyice kendimden şüpheye düşeceğim. gözlerim, burnum, ellerim bana ait değillermiş gibi gelecek. kendi başıma gazete bile satın almaya güç bırakmayacaksınız.”
sanırım anladınız… işte söyleşimiz, işte pınar öğünç’ün bize dedikleri:

nasıl yazıldı?

robinson crusoe’daki söyleşide ‘edebiyata çok ara verdiğimi düşündüm ve kurguya, öyküye döndüm’ dedin, ya da ben öyle anladım; ‘beterotu’ kitabındaki öykülerin en eskisinin ilk akla gelişinden kitapta yer alana kadar ne kadar zaman geçti? belirli bir zaman dilimi içinde bir kitaplık öykü yazabilmek oldukça zor bir şey olmalı. öykülerin güzelliği ve çarpıcılığı dışında bu yanı da bence önemli. bir çok yazar yazar bir kenara koyar, bazıları dergilerde ya da elektronik ortamda yayınlanır, sonra kitap olur. daha doğrudan sorarsam, nasıl yazdığından biraz söz eder misin? konu aklına ne zaman geliyor, ne zaman, nasıl, ne süre sonra öykü oluyor ve başkalarının okuyacağı hâle geliyor?

önceki hikâye kitabım evet daha geniş zamana yayılmıştı, kişisel tarihimin de farklı evrelerine denk düşen hikâyeler vardı.

beterotu bambaşka bir şekilde çıktı ortaya. birçoğu elimde olmayan nedenlerden dolayı aksi gibi’den sonra iki buçuk yıl neredeyse hiçbir şey yazamadım.

istisna “neyin tek sahibisiniz lan?” hikâyesidir, onu yine iletişim’den çıkan bir derleme için yazmıştım 2016 başında. gerisini yazmaya 2017’nin yaz sonu giriştim ve bitene kadar da oradan çıkmadım. bu genelde roman için anlamlı ve de elzem bir maraton aslında.

fakat yazmayı çok özlemiştim, içimde bu kitabı bitirmeye dair çok güçlü bir arzu vardı ve öyle bir zamandı ki bu arzudan daha anlamlı bir şey yoktu hayatımda.

bir yandan geçinmek için işler de yaptım ama bu maratonu asıl mümkün kılan english pen’in altı ay süren bir programına dahil olmamdı.

22 yaşımdan beri gazetecilik yapıyorum, ilk defa sadece ve sadece okuyup yazabileceğim bir zamanım oldu. bu inanılmaz geldi bana, hayatta neler varmış dedim.

daha uzun ya da daha kısa, ama yazmak için başına oturmadığım gün olmadı. kendimi türlü nedenden çok yorgun hissetsem de ihtiyacım olanın dinlenmek değil, sevdiğim şey için yorulmak olduğunu fark ettim.

dönünce gümüşlük akademisi ile istanbul telif ofisi, yazılmakta olan bir kitaba verdikleri edebiyat desteği için bu yıl beterotu’nu seçti, bu da ayrıca kıymetliydi. yeni kitabı belki bambaşka bir şekilde yazarım. ama şu var, beterotu’ndaki hikâyelerin çoğuna ait bir an ya da flu bir karakter, tek bir cümle ya da daha ritme dair bir hava yazılı ya da yazısız içimde kayıtlı gibiydi. uçuşur haldelerdi ama varlardı.

beyaz bir dosya açıp, şimdi ne yazsam, nereden başlasam diye düşünmedim. ötesi berisi işçilikle dolacak cevher kırıntıları ben fark etmeden birikmişti, ben onları işledim.

‘aksi gibi’ 2015’te, ‘beterotu’ 2019’da yayınlandı, ikisinin içinde toplam 29 öykü var, bunlardan bazıları bu kitaplarda yayınlanmadan önce okura ulaştı, ya da görünür bilinir oldu mu? öykülerini ilk önce kimler okuyor?

fikrine güvendiğim birkaç arkadaşıma daha yeni bitmişken, sıcakken okuturum. onlardan geçmesi mühimdir benim için. bu kitapta örneği çok, bir de bir konudaki teknik bilgisinden, uzmanlığından yararlandığım arkadaşlarım oldu.

bir yavru domuz hakkında bildiklerim sınırlıydı mesela. ya da inşaatta beton nasıl dökülür…

gazetecilik ve edebiyat

yazıya ve yazmaya ‘edebiyat’la başladığını biliyoruz ama iyi bir gazeteci olduğun da herkesin malûmu. kıyısından köşesinden bu alanla da ilgilendim bir süre, o nedenle haberin hikâyesinin doğru ve güzel anlatılması gerektiğinin temel gazetecilik kurallarından birisi olduğunu biliyorum. izlediğim söyleşinde bu sürecin özellikle insanları tanıma ve olaylara, durumlara tanı olma bağlamında çok önemli bir imkân sağladığını vurgulamıştın. onlara tanık olduğun sırada “bunun öyküsünü yazmalıyım” dediğin olur muydu? o sırada aklına böyle bir şey gelir miydi? başka bir deyişle ‘öykü konuları’ başlıklı bir liste tutuyor muydun gazetecilik yaptığın sırada?

öyle hayatın içinden gazeteci olarak bire bir ayıkladığım bir hikâye yazmadım. o daha az heyecan uyandıran bir nakil işi.

ama sonuçta gazetecilik insanlık hallerine, hayatın ihtimallerine, tüm bunların o dev yelpazesine yakınlaştıran bir iş.

20 yılı geçti, bu sayede hiç tanımadığım bir dolu insana sorular sordum ben, sorular bitti bir çay daha içtik belki, evlerine girdim, konuşurken duvarlarına takıldı gözlerim, bir şeyi hüsranla, heyecanla ya da kayıtsızlıkla anlatışın mimiklerini biriktirdim, bazı cümleleri unutmadım.

doğrudan onları anlatmadım ama gazetecilik yapmakla insana, hayata daha yakınlaştım gibi hissettim hep. yine de bu söylediğine yakın bir durum var aslında bu kitapta, gazeteci olarak gerçekten linç yaşamış biriyle zaman geçirmiştim.

bana çok dokunmuştu ama onun bizzat yaşadığını hikayeleştirmek yerine, o bana dokunan yanıyla yeni bir soru sormak istedim:

bu insan koca bir kalabalık onu öldürmek isterken, her şeyi sadece izleyen biriyle bir gün karşılaşırsa ne olur? muhtelif gerçek linç hadisesinde, sorumluluğu sessiz kalana da genişletme niyetiyle doğdu bu soru.

mağdur olanın hayatı darmaduman edildiğinde devam edemediği bir yol var, ama bu sorumluluğu almadıkça izleyip de hiçbir şey yapmayan da yoluna devam edemiyor hikâyede. o yüzden iki koltuk boş kalıyor otobüste.

öykülerin bütününü göz önüne alınca pınar öğünç’ün akla gelen her şeyin aslında orada duran ama görmediğimiz hikâyesini yazabileceğini düşündüm. “platonik” öykünü okumadan önce bir apartman dairesi kapısının o kapıyı her gün açan ev sahibi kadına âşık olabileceğini düşünmezdim. insanlar ve başlarından geçen olaylar kadar, temas ettikleri ya da ilişkide bulundukları şeyler, nesneler, diğer canlılar da -örneğin ‘ceylan ve kâmuran’daki domuz yavrusu gibi- birer hikâyeye sahipler senin öykülerinde. bunu yapmak için de sanırım konuyu, temayı, karakteri, olayı, durumu, “deşmek” veya “eşelemek”, adeta bir otopsi ya da teşrih masasına yatırmak gerekiyor. bu ise bir “iş”i akla getiriyor. hikâyelerine bir patolog ya da anatomist gibi iş olarak mı yaklaşıyorsun öncelikle?

o kadar bilgiyle yapmıyorum sanırım, dediğin gibi o zaman teknikleri, usûlleri tertemiz kayıtlı bir iş olurdu.

insanın eşyayla ilişkisinde dokunaklı bir yan var, o gözüme takılıyor, başta neden olduğunu da bilemiyorum bazen, onu anlamak insana dair tarif edeceğim şeyi güçlendiriyor, hatta bazen bizzat aşikâr kılıyor. örneğin ceylan’ı anlatmak istediğimi biliyordum, haliyle edasıyla zihnimde beliriyordu ama eksik bir şey vardı, haftalarca içimde flu bir ceylan’la gezdim böyle.

ne zaman kâmuran girdi hikâyeye, gördüm ceylan’ı, karşıdan bana doğru yürüyen bir tanıdık gibiydi, yaklaştı, sarıldık. ona ulaşana kadar yaptığımız evet, biraz deşmeye benziyor belki de.

yapıtı ve karakterlerini sevmek

öykülerini okurken bazılarını gerçek anlamıyla sevdim. yalnız karakterlere değil, anlattıkları olayları, hissettiklerini ve düşündüklerini de. bir önceki soruyu başka bir açıdan da sorayım: duygusal olarak bağlandığın, bir anlamda sevdiğin öyküler var mı? yazar olarak öykülerine yönelik duyguların neler? seviyor musun onları?

öykü üzerinden değil, karakter üzerinden düşünebilirim belki. tam üzerine gelmiş olacak, ceylan hakikaten öyle benim için, yazmış olmaktan bağımsız, mahallemdeki marketten tanıyor gibi, karşı kaldırımımda kâmuran’la yürürken görmüşüm de hayran olmuşum gibi, kız kardeşim gibi seviyorum onu. aksi gibi’deki “ı love you şermin”de de ali vardı böyle. şimdi bunu okuyana tuhaf gelebilir ama ali’nin kimi halleri aklıma geldiğinde hâlâ içim burulur, ona hayatın şefkatsizliğini unutturacak bir şey yapabilmeyi isterim.

öykülerin bir çoğunda fotoğrafik bir anlatım algılanıyor. sahneyi bir sinema ya da tiyatro sahnesi gibi kurduğunu veya bir fotoğraf karesi gibi tasarladığını düşündüm. gerçi fotoğrafçılıkta da objektifin yöneldiği yer belirlendiğinde bir yorum söz konusu olur, çünkü bu yönelimi bir düşünce, belirler ve deklanşöre basan artık bir taraftır. kurduğun sahne ya da anlattığın resimdekilerin hepsi eşit ışıkla aydınlanmış gibi bu anlamda bir nesnellik var ve pek bir yargılama algısı doğmuyor, sonucu okurun çıkarmasını, yargılamayı onun yapmasını istiyorsun sanki? böyle mi? neden, biraz açar mısın?

genel olarak hafızam görsel işler, anları duygu katılmış fotoğraflar gibi biriktiririm. bu anlamda fotoğraftan ziyade resme, izlenimci bir resme yakındır sanki. yazarken anlatımı, verilen kararlar kadar biriktirme modellerimiz de şekillendiriyor. hakikatin tıpatıp nakli, diyelim hiper-gerçekçi bir resmin edebiyattaki karşılığı değil aradığım. bu bana yetmezdi. senin tespit ettiğin o “yargılamama” hali anlatıcı olarak karakterlere aynı mesafeden, aynı alâka düzeyinden bakma gayretiyle oluşuyor diye düşünüyorum.

okur olarak da bunu güçlü buluyorum. hakikate yakınlaşabilmek adına, derinleşme arzusunda gözetilen bir tür eşitlik.

bir arının çiçekleri gezişi gibi, hikâye anlarına, insanlarına yakınlaşıp uzaklaşarak, sonra bir diğerine yakınlaşıp uzaklaşarak bahçeyi göstermeye çalışmak gibi. bunun bahçeye dair daha fazla şey anlattığını düşünüyorum. kati bir yargı okumaktansa, buralardan yürüyerek varılacak yargı daha hakiki olur gibi geliyor bana.

susmak, konuşmak, söylemek ve bağırmak

ince, naif, bağırmayan güzel bir ses duyuluyor öykülerinden. bu bir alarm sesinden söz edilen “ses tuval üzerine yağlıboya”da bile böyle. o kesikli alarmın duyulduğu yerde ve anda aslında çok sayıda alarm çalınmasını gerektiren durum var ama onların hepsi incelikle, adeta sessizce ya da fısıldar gibi bağırmadan ifade ediliyor? ‘aksi gibi’nin son öyküsünde “sayın d1 blok sakinleri”nde de aynı şeyi hissettim. öyküdeki ses, öykünün sesi, anlatımın sesi dışında bir de anlatan kişinin sesi ve sesleniş tarzı var. ve dediğim gibi o ses ince, naif, biraz gülümseyen, ve asla bağırmayan bir ses? bazı konular ise aslında bağırmayı gerektiriyor. bazen biraz ‘bağırmak’ gerekmiyor mu? hele günümüzde bunu daha çok hissediyoruz. bu da bilinçli bir seçim sanırım?

şimdi sorunca düşünüyorum biz neden bağırırız?

bir reflekstir, isyandır, aksi gibi davranılamayacak bir andır. bir de sesini duyurmak, kendini işaret etmek, diğerlerinin arasından sıyrılmak için bağırılır. yerine göre güçlüdür belki ama bu ikincisi çok kolay bir iktidar alanına dönüşebileceğinden, yazarken kaçınmak isterim. ama ilki hikâyelerimde var diye düşünüyorum. bir durum, bir hal kendi kendini bağırıyordur ya da bağırmaya teşvik ediyordur.

kurmacanın politikliği de, gücü de yazarın bizzat bağırmasından gelmiyor bana kalırsa, bunun kendini sığlaştırma tuzaklarına düşmeyen yazardan geçiyor. bunu aklımda tutarak yazmaya çalışıyorum.

pınar öğünç bence “demokrat” bir yazar; çünkü yalnız sesini yükseltmemek değil, aynı zamanda anlattıklarının sonlarını da okura bırakmak gibi bir tutumu yeğliyor? “peki sonra” dediğim öyküler var. öykülerin sonu olmalı mı, olmamalı mı? ya da asıl son neresidir? bunu okura bırakmak da bilinçli bir tercih mi? bu konuda ne düşünüyorsun?

genelde hikâyenin bir sözü, bir sorusu vardır, kafamda nettir, “herkes istediğini çıkarsın”ın sonsuz ihtimalini tercih etmem.

tartışılmaz duvarlar örerek değil ama bir yere davet etmek isterim okuru. evet, bu kitapta benim koyduğum noktadan sonra ne olabileceğini okura emanet ettiğim birkaç hikâye var. bunu bazen cevabı yazarın bildiği yanılsaması yaratmak istemediğim için yapıyorum.

plazada huzur’da öyle oldu, iki kahramanı buluşturan şey çağımıza dair temel, çok politik, aynı zamanda felsefi bir soruydu: hayatın çirkinliklerine içinden güzellik çıkarmaya çalışarak katlanmak, o çirkinlikleri düzeltme arzumuzu erteliyor mu? bunu birlikte düşünelim istedim. o tuhaf aşk hikâyesinin ihtimallerini de…

cinsiyet, belirsizlik, akışkanlık

bazı öykülerinde karakterleri kadın ya da erkek olarak okumak mümkün. biyolojik ve toplumsal cinsiyet, bunun yaşamda, dolayısıyla edebiyat içindeki yeri neresi? yanılıyor olabilirim, ya da belki ‘aşırı bir yorum’ olacak ama yer yer “queer” bir yaklaşım hissettim. pınar öğünç tema, konu, izlek olarak cinsiyet konusuna nasıl bakıyor, nasıl bakmaya çalışıyor?

toplumsal cinsiyet rolleri görünür, görünmez tezahürleriyle hayatın türlü ilişkisine sızarak yön veriyor ve tabii ki bunun izlerini yakalamayı ve ifşa etmeyi önemsiyorum.

bu bir kadın olarak da meselem. ama daha evvel konuştuğumuz meramını bağırmayan ama daha sakin, etraflıca anlatmaya çalışan hikâyeler yazma çabası, bu mevzuda da bir tür soğukkanlılığa yol açıyor. diğer taraftan evet kahramanın cinsiyeti üzerine kurulmamış birkaç hikâye de var.

bu kitaptaki ağ tercihleri öyle örneğin. oradaki hezeyan erkeklikle birleştiğinde psikolojik ve fiziksel şiddet boyutuna kolaylıkla varabilir, bu çok net.

ama önceliği yeni iletişim biçimlerinin icat ettiği bir duyguya vermek istedim, bunun tezahürü kadında ve erkekte farklı olabilse de, iki türlü de okunabilecek bir yanı var.

aksi gibi’deki platonik bu anlamda diğerlerinden ayrılır. bir aşk hikâyesi platonik, o evde kocasıyla yaşayan kadına aşık bir sokak kapısı anlatıyor. bir sokak kapısının cinsiyeti nedir? aşık olduğunun bir kadın olmasından yola çıkarak erkek olduğu varsayılıyorsa bu heteronormatif bakış yüzündendir. sokak kapısı bunu aşan bir dilden konuşur orada.

okumak ve yazmak

elde istatistiksel veriler yok ama kurgusal metinleri içeren kitap sayısında bir artış olduğu gözleniyor. yazmak eskiye oranla daha yaygın, çok sayıda “yaratıcı yazı” atölyesi gerçekleştiriliyor, eskiye oranla çok sayıda insan yazıyor. yazının ve yazanın çoğalması konusunda ne düşünüyorsun? bu edebiyat açısından nasıl bir sonuç doğuyor? bir yazar olarak ne kadar izleyebiliyorsun? buna ve yazılanların içeriğine dair yorumunu merak ediyorum.

sadece yaratıcı yazarlık değil, çok çeşitli konuda atölyelerin yaygınlaştığını görüyoruz aslında. türkiye’de belirsizliğin, sıkışmışlığın hakim olduğu, özellikle toplumun bir kesiminin kendini görünmez hissettiği son dönemin böyle bir etkisi oldu diye düşünüyorum.

küskünlük kimilerini daha pasif bir içe kapanmaya itmiş olabilir, ama çok insanda kendini geliştirmeye, yaratıcı, zihinsel faaliyetler üzerinden sosyalleşmeye dair bir temayül gördüm son dönemde.

bu çok güzel bir şey ve ileride başka türlü sonuçlarını sezdirir illa bize.

bu tür kurslara gidip de yazarlık öğrenilir mi, bilmiyorum, iddialı bir ‘evet’im ya da ‘hayır’ım yok. ama daha fazla önemsediğim bir şey var, insanın hayatının rutinini kırarak kendisine iyi geleceğini sezdiği bir şey için emek harcaması, sınırlarını zorlaması, yeni bir şey istemenin neye benzediğini kendine hatırlatması, yeni şeyler öğrenmeye talip olması.

sonuçta bir kitap yazar mı, bunda ısrarcı olur mu bilmiyorum. mühim de değil. kendini daha iyi yapmaya doğru adımlar bütün bunlar. kendi çıkarı olan iyinin peşinde koşmak değil, sinizm, egoizm değil; daha iyi bir insan olma arzusu. bu kolektif bir amaç aynı zamanda.

çok teşekkürler sevgili pınar öğünç, yeni yapıtlarını dört gözle bekleyeceğiz.

https://bianet.org/4/135/208819-aksi-gibi-beterotu